Memleket Hikayeleri

20 Mayıs 2008 tarihinde tarafından eklendi.

Memleket Hikayeleri Hakkında Bilgi

İlk defa 1919 yılında yayınlanan eserde, Refik Halit Ka­ray, konularını I. Dünya Savaşı yıllarında yakından gördüğü Anadolu halk ve hayatından alan hikayelere yer vermiştir. Anadolu’da yaşayan yerli tipleri o zamana kadar görülmemiş bir canlılıkla anlatmıştır. Anadolu, bu eserle ilk defa bütün gerçek varlığı ve iç dünyasıyla okuyucunun karşısına çıkar. Memleket Hikayeleri‘nin çoğu, dünya dillerine çevrilmiş, ta­mamı Fransızcada yayınlanmıştır.

Memleket Hikayeleri Özetleri:

ŞEFTALİ BAHÇELERİ:

Bir yaz günü, Akdeniz kıyılarındaki bir kasabanın tabiatı tasvir edilir. Bu küçük Anadolu kasabasında, iklim çok yumu­şak geçmekte, yaz günlerinde ise her yeri şeftali kokuları sar­maktadır. Akşamüzerileri, çoğu kasabaya yerleşmiş memurlar deniz kıyısına eğlenmeye giderler. İçkiler, türlü eğlenceler, yiye­cekler, çalgılar bu akşamların vazgeçilmez alışkanlıkları olmuş­tur. Burası Anadolu’nun Sadabad’ıdır. Sazlar çalınır, gazeller okunur, her türlü keyif düşkünlüğü kol gezer. Bu kasabaya ta­yini çıkan memurlar buranın zevk ve sefasına alışmakta, bura­ya yerleşerek havuzlu, kameriyeli evler yaptırmaktadırlar. Dev­rin İstanbul’da hoş görmediği eğlenceler, burada, rahatlıkla yapılmaktadır. Memurlar, resmi işleri tamamiyle boşlamıştır.
Bu kasabaya yeni bir yazı işleri müdürü tayin edilir. Adı Agâh olan yeni yazı işleri müdürü, kasabaya geldiği ilk gün dairede ikindi vakti kimsenin olmamasına çok şaşırır. Öğle vakti, dairedeki herkes şakalar yaparak şen şakrak sahile in­mektedir. Agâh Bey bütün bunlara çok şaşırır. Kendisi idea­list bir kişidir. Mülkiyeden çıktıktan sonra Avrupa’ya kaçmış, İstanbul’a gelince 4 ay boyunca nezarete alınmış, daha son­ra da Anadolu’ya bu işe atanmıştır. Bu memuriyetle kendini göstermeye, bu köyü düzeltmeye karar vermiştir. Sürekli çalı­şacaktır. Fakat kasabadaki herkes aksine tembel, miskin ve eğlence düşkünüdür. Mutasarrıf ona ilk gün, rahatına bakma­sını söylemiştir. Evkaf Memuru daha da ileri giderek, eğlen­mesi için tüm imkânları önüne sürebileceğini ima etmiştir. Önceleri bütün bu tekliflere direnmiş, köyde tek başına kal­masına rağmen eğlencelere katılmamıştır. Sıkıntıdan boğul­makta, dairede kimse olmadığı için çalışamamaktadır. Hiçbir idealini gerçekleştiremeyeceğini anlamaya başlar.

Bir gün, muhasebeci dayatır, illaki şeftali bahçelerine gel­mesini ister. İkindiüzeri, bir merkebe binerler; İğde, böğürtlen, şeftali ağaçları ile süslü, su sesleri içindeki bahçelere giderler. Sürekli yiyip içerler. Çok eğlenirler. Ertesi günü çok yorgun ol­duğu için Agâh Bey işe girmez. Fakat daha sonraki saatlerde yine şeftali bahçelerine gider, eğlenir, havuzda yüzer. Agâh Bey, artık tüm eğlencelere katılmaktadır. Diğer memurlar gibi o da bir merkep almıştır, sahile daha kolay inmek için. Agâh Bey artık hiç çalışmak istememekte, eğlencelerden daireye gidecek vakit bulamaktadır. Kasabaya geldiği ilk günkü yalnı­zlığını, çalışma aşkını düşündükçe kendine gülmekte ve ‘Toy­luk işte.’ demektedir.

BOZ EŞEK:

Irmaktan su taşıyan çocuklar, dağ yolunda yere yatmış bir ihtiyar ve yanında dolaşan boz bir eşek görürler. Çocuk­lar köye giderek Hüsmen Hoca’ya durumu haber verirler. Ak­şam olmaktadır. Hüsmen Hoca ile birkaç köylü ihtiyarı ara­maya giderler. Yaşlı adam, sık sık solumakta, göğsünü göster­mektedir. Ancak hırıltıyla konuşabilen ihtiyarın ölmek üzere olduğunu düşünürler. Fakat yaşlı adam gittikçe canlanır. Ço­cuk bakışlarıyla bakan yaşlı adamı ve eşeğini köye götürürler. Köyde, Hüsmen, herkese misafirlerinin olduğunu duyu­rur. Hava iyice kararmıştır. Köy, en yakın kasabaya iki gün u-zaklıkta olduğu için köye yabancı biri çok nadir gelmektedir. Ancak bir vilayetten diğerine geçen arabasız yolcular bazen bu köye uğramaktadır. Bu gelenler de bu fakir köyde el üs­tünde tutulmaktadır.
Yaşlı adam biraz rahatlar. Göğsünün böyle arada bir, ol­madık yerde tuttuğunu anlatır. İhtiyara süt getirirler. İhtiyar içerken öksürerek konuşabilmektedir. Hasta, yaşlı adam bir ara çevresindekileri yanına çağırır ve onlara bir şeyler söyledikten sonra ruhunu teslim eder. Yaşlı yolcunun son isteği, eşeği ve kemerinde dizili sekiz altının Mekke’ye vakfedilmesidir.

Köylüler, cenazeyi defnettikten sonra kara kara düşün­meye başlarlar. Vasiyeti yerine getirmeleri gerekmektedir. Ka­dıya danışmaya karar verilir. Hafta içinde Hüsmen, eşeği ya­nına alıp kasabaya gidecektir. Bu arada, eşeği bir emanet o-larak gören köylüler ona bir sürü yem verirler, hiçbir iş yüklemezler. Yüksüz bir şekilde boz eşek ile Hüsmen Hoca kasabaya gitmek üzere yola çıkar. Çok zor bir yolculuktan sonra kasa­baya varan Hüsmen Hoca, önce jandarma çavuşuna gider, durumu anlatır. Jandarma çavuşu onu dinlemez bile, nargi­lesini höpürdetmekte, keyif yapmaktadır. Kadı zaten kasaba­da yoktur. Kaymakama giden Hüsmen, aynı muameleyle karşılaşır, iş, kadıya iki hafta sonraya ertelenir. Hüsmen, eli boş bir şekilde, durumunu bile anlatamadan çok zor şartlar­da köyüne geri döner. Köylü, bu süre zarfında eşeğe misafir gibi bakar, kutsallık atfeder ona. Bu arada, eşek iyice beslen­mektedir.
İkinci kez kasabaya gittiğinde kadının gelmediğini öğre­nen Hüsmen Hoca acele ettiği için bir de azar işitir. Üçüncü seferde de şahit götürmediği için geri döner. Bu arada Hüs­men Hoca, bu geliş gidişlerle çok yıpranır, parası azalır. Böyle bir buçuk ay geçer.
Bir kasabadan dönüş esnasında Hüsmen’in yanında boz eşek yoktur. Kadı, Mekke’ye ulaştırılacağını söyleyerek alıkoy­muştur. Bütün köylüler çok rahatlar, vasiyeti yerine getirmek­ten mutludurlar.
Olayın yılında, kasabaya pirinç satmaya giden Hüsmen Hoca, Pazar yerinin ortasında kadıyı (Lakabı Kabak Kadıdır.) boz eşeğin üzerinde görünce hayret ve ıstırap içinde kalakalır.

GARİP BİR HEDİYE:

Feridun iki saattir çarşıdaki kuyumcu dükkânları önünde dolaşmakta, hiçbirine girmeye cesaret edememektedir. Uzun zamandır her şeyini satmış, satabileceği yalnızca bir tıraş fırçası kalmıştır. İşlemeli, fildişi saplı fırçanın değeri olup olma­dığını bilmemektedir. Ona bu fırçayı hediye eden Yahudi çok değerli olduğunu, bir gün işine yarayacağını söylemiştir. Feri­dun bu sözlere pek itibar etmemekte, Yahudinin onunla alay ettiğini düşünmektedir.
Feridun, bu çaresizlik içinde ağlayarak evine gitmek ister. Aylardan beri çektiği sıkıntılar, dertler içinde ölümü bir kurtu­luş gibi görmektedir. Fakat yine de şansını denemeye karar verir ve bir kuyumcu dükkânına girer. Ürkekçe fırçanın de­ğerli olup olmadığını sorar. Kuyumcu, ‘Beş para etmez!’ diye geri verir. Oysa, Feridun bu fırçayı hediye eden Yahudi için canını tehlikeye atmıştır. On yıl önce, güvertede bir Yahudi eşyalarını istif etmektedir. Tam o sırada demir kancadan kur­tulan iri bir denk tam başına inecekken Feridun, hemen fırla­yarak Yahudiyi ölümden kurtarmıştır. Yahudi kendine geldik­ten sonra ona elindeki tıraş fırçalarından birini vererek çok değerli olduğunu söylemiştir. Feridun, bu sözlere hiç kıymet vermemiş, fırçayı kullanmıştır. Fakat zamanla savaştan sonra yarı sakat, işsiz, beş parasız kalınca İstanbul’a dönmüş, her şeyini satmak zorunda kalmış, bir gün Yahudi’nin bu sözünü hatırlayarak ümitlenmiştir. Fakat ümitleri boşa çıkmıştır. ^
Ahırkapı feneri arkalarına düşen yoksul mahalledeki ka­ranlık ve bakımsız evlerine doğru annesinin yanına gider. An­nesine durumu anlatır. Camdan İstanbul’daki zengin semtle­re bakarken sinirlenen Feridun elindeki tıraş fırçasını sokağa fırlatır. İçinden Yahudi’ye kızmaktadır. Fakat, garip bir şey olur. Sokakta parçalanan fırça parlamaya başlar. Koşarak dışarı çı­kan Feridun gözlerine inanamaz; çünkü fırçanın içinden iki elmas parçası çıkmıştır.
Sabah olunca tekrar kuyumcuya gider, elmasları gösterir. Kuyumcu, taşların çok değerli olduğunu söyler. Meğer, Yahu­di gümrükten mal kaçırmak için adi bir fırçanın içine çok de­ğerli iki pırlanta koymuştur.

Etiketler:

Yorumlar

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Pastoral Şiir