Kelile ve Dimne

3 Haziran 2008 tarihinde tarafından eklendi.

Eser Hakkında: 

Hükümdarlar için hazırlanmış olan ah­lakla ilgili bir Hint masal kitabıdır. Beydeba tarafindan kaleme alınmıştır. Kelile ve Dimne ismi masalın iki baş kahramanı, yani iki çakal olan Kalilag ve Damnag’dan adını almıştır. Bu masal kitabı öncelikle Sanskritçe’den Pehleviceye ve Pehleviceden Arapçaya tercüme edilmiştir. Ardından Batı dillerine de çevrilen eser, hem Doğuda hem Batıda büyük bir rağbet görmüştür.
Hikâyeler Bin bir Gece Masalları’nda olduğu gibi iç içe girmiş çerçeve hikayelerden oluşur. Pança-Tantra beş bölüm­le bir girişten müteşekkildir. Her bölümde bir çerçeve hikaye, onun içinde de hikâyecikler, manzum hikmetler vardır. Hikâ­yenin yazılış gayesi, Mehapur hükümdarının tembel üç şeh­zadesini adam etmektir.

Kelile ve Dimne bölümleri:

I. Bölüm: Dostluğun bozuluşu. Kahramanlar: Kral Aslan, müşaviri boğa ve nedimleri iki çakal. Doğu dillerine çevrilir­ken esere bu çakalların adı verilmiş: “Kelile ve Dimne”
II. Bölüm: Nasıl dost kazanılacağı hakkında
III. Bölüm: Savaş ve barış
IV. Bölüm: Kazandıklarımızın kaybı
V. Bölüm: Tedbirsizlik hakkında

Kelile ve Dimne Özeti

Vaktin birinde Hindistan ülkesinde Debşelem Şah adın­da bir hükümdar yaşardı. Halkı ve ülkesi için çalışmayı çok severdi. Gecesini gündüzüne katardı. Bu yüzden ülkesi geliş­tikçe gelişmişti. Halkı da oldukça mutluydu. Debleşem’in il­ginç bir özelliği vardı. Çok çalışmanın yanı sıra eğlenceden de çok hoşlanırdı.
Günlerden bir gün, bir eğlence kurdurdu. Yediler, içtiler. Sofrada kuş sütü bile vardı. Çalgıcılar türlü şarkılar çaldılar, söylediler. Padişah eğlence bittikten sonra bazı bilgin ve dü­şünürleri huzuruna çağırttı. Onlarla söyleşmek istedi.
Konu cömertliğin yararlarıydı. Bilginler ve düşünürler eli açık olmak gerektiğini savundular. Bu konuda çok ileri gitti­ler. O denli övdüler ki cömerdi, padişah Debşelem heyecan­landı, bütün hazinelerinin kapısını açtırdı. Ne varsa hazine­sinde halka dağıttı. Yoksullar zengin oldu. Zenginler daha da zenginleştiler. Ülkede bir tek yoksul kalmadı.
Padişah Debşelem o gece bir rüya gördü. Düşünde nur yüzlü bir ihtiyar Debşelem’e şöyle diyordu: – Ey yüce padişah, hazineni Allah yolunda halka dağıt­tın. Bundan Allah çok hoşnut kaldı. Ve seni ödüllendirecek. Sabah kalkar kalkmaz atına bin. Doğuya doğru git. Orada se­ni bir hazine bekliyor. Dünyanın bütün hazinelerinden daha büyük bir armağandır bu sana.
Debşelem Şah sabah uyanır uyanmaz yola düştü. Doğu­ya doğru yol almaya başladı. Günlerce at sürdü. Sonunda yüce bir dağa kavuştu. Dağın eteğinde karanlık mı karanlık bir mağara gördü. Önünde güleç yüzlü, ak sakallı bir ihtiyar oturuyordu. Debşelem, ihtiyarın yanına gitti. Hâlini hatırını sordu. Gönlünü sevindirdi. İhtiyar da padişaha derin, anlamlı sözler söyledi. Tatlı bir söyleşi başladı aralarında. Debşelem Şah, hazineyi unutmuştu. Ayrılmak üzereyken yaşlı bilge, pa­dişaha seslendi:
– Padişahım bu mağaranın çevresinde eşsiz bir hazine gizli. Benim dünya malında gözüm yok. Adamlarınıza emre­din, hazineyi buldurun. Debşelem, ihtiyar bilgenin bu sözleri üzerine rüyasını anlattı. İhtiyar bilgenin sözünü ettiği hazine, Debşelem’e düşünde vadedilen hazineydi. Derhâl adam­larına haber gönderdi. Geldiler, aramaya başladılar gömüyü. Dört bir yandan kazıya başlandı. Günlerce sürdü kazı. So­nuçta altın, gümüş ve türlü mücevherlerden oluşan eşsiz bir hazine ortaya çıkarıldı.
En çok mücevher, mahzendeydi. Mahzende ayrıca de­ğerli taşlarla süslü bir sandık da bulunmuştu. Sandığın çelik­ten bir kilidi vardı. Usta bir çilingir getirildi. Sandık açıldı. Mahfaza içinde bir hokka çıktı. Hokkayı padişah Debşelem’e verdiler. Padişah hokkayı açtı. içinden beyaz renkte ipek bir levha çıktı. Levhada İbranice yazılar vardı. Padişah, İbranice bilmiyordu. Yazıda neler olduğunu ancak bir çevirmen bu­lunduktan sonra anlayabildiler. Tercüman levhadaki yazının anlamını şöyle özetledi:
“Ben, hükümdar Hoşing Cihandar’ım. Bu hazineyi Hin431
distanlı büyük hükümdar Debşelem Ray için gömdürdüm. Ona hazineye sahip olacağı düşünde bildirilecek. Hazineyle birlikte ona bir de vasiyet bırakıyorum. Bu öğütleri dikkatle okusun. Mücevherlere kalbini bağlamasın. Dünyada her şey gelip geçicidir. Üzerinde fena damgası olan hiçbir şeye bağ­lanmamak gerekir. Bir gün insanı bırakır gider. O bizi bırak­madan biz kalbimizden onu söküp atmalıyız. Bu vasiyetteki gerçeklere bağlanananlar dünya durdukça saygıyla anılırlar.”
. Vasiyetname on dört bölümden oluşuyordu. Debşelem ve çevresindekiler çevirmenin okuduklarını ilgiyle dinliyor­lardı. Tercüman okumayı sürdürdü. Padişah Debşelem ilgiy­le dinliyordu. Vasiyet, dinleyenleri çok etkilemişti. Yazıyı çevi­ren adam, bu öğütlerin bir eki olduğunu söyledi. Onu da di­limize çevir, dediler. Tercüman vasiyetin ekini de okudu:
– Bu öğütleri daha iyi anlatmak için on dört tane öykü vardı. Eğer hükümdar Debşelem onları da öğrenmek istiyor­sa, Serendip Dağı’na gitmelidir. Debşelem Şah: Çok ilginç, dedi. Derin bir düşünceye daldı. Öğütler kendisini çok etkile­mişti. Mağaradan çıkan hazinenin hepsini halka dağıttı. Ken­disine hiçbir şey kalmamıştı. Serendip Dağı’nı düşünüyordu. Levhada yazılanların ne anlama geldiğini tam olarak kavra­mayı çok istiyordu. O hikâyeler… Onları mutlaka öğrenmeliy­di. Yola çıkmak istediğini açıkladı. Bu konuda vezirlerinin düşüncelerini öğrenmek istedi. Onları çağırttı. Düşüncelerini sordu. Vezirler, bu konuda karar verebilmek için bir gün süre istediler. Padişah izin verdi.
Ertesi gün vezirler tekrar huzura geldiler. Başvezir söz aldı. Padişahım, dedi, vasiyetteki öğütleri daha iyi anlamak güzel bir şey, bunun için de Serendip Dağı’na yolculuk yap­manız gerekecek. Çileli bir yolculuk olacak bu. Doğrusu gön­lümüz razı değil.
Vezir konuşurken padişahın zihninde hep Serendip Dağı vardı. O öyküleri öğrenmek istiyordu. Başvezir ilginç bir öneride bulundu:
– Eğer uygun görürseniz, İki Güvercin hikâyesini size an­latayım. Konuyla ilgisi olduğunu sanıyorum.
Padişah, vezire öyküyü anlatması için izin verdi. Başve­zir İki Güvercin hikâyesini anlatmaya başladı.
Ayı İle Dost Olan Bahçıvan
Zamanın evvelinde, mekânın bir yerinde yalnız mı yal­nız, mutsuz mu mutsuz bir bahçıvan yaşarmış. Hayatta kimi kimsesi yokmuş adamcağızın. Bütün ömrünü, bağı bahçesi için harcamış gitmiş. Günün birinde yalnızlık tak etmiş canı­na. Gitmiş sabah erkenden bahçesine. İki elinin arasına almış başını, düşmüş yalnızlıktan kurtulma tasasına.
“Şimdiye dek bütün gücümü, enerjimi bu bahçeye har­cadım. Çeşit çeşit meyveler, çiçekler yetiştirdim. Yalancı bir cennet yaptım bağımı. Fakat ne oldu sonunda? Mutsuzluğu­ma çare oldu mu bu güllük gülistanlık bahçe?” diyerek tasalı tasalı düşünmüş.
“Olmaz!” demiş içinden bir ses, “Yalnızlık çekilmez, cen­nette bile!” bahçıvanı almış bir tasa. Mutlaka bu yalnızlıktan kurtulacak. Kötü dahi olsa beraberlikle bölecek yalnızlığını. Ne yapmalı, ne etmeli, bilmem ki nereye gitmeli, diye düşü­nürken bakışları, karşıda yükselen yüce dağa çevrilmiş ansı­zın. Nasıl olduğunu bilmeden, kendisini dağa doğru giderken bulmuş. “Nasıl olsa sonuçta beni yalnızlıktan kurtaracak bir eş bulurum.” ümidiyle yola koyulmuş. Bir de dönüp bakmış ki arkasına bağı bahçesi görünmüyor. Dağın eteklerine vardı­ğında bahçıvan, içindeki yalnızlık daha da artmış.
Bir süre ara vermiş yolculuğuna, yanında getirdiği azık torbasını çözüp sofrasını yapmış, karnını doyurmaya koyul­muş. Derken, çok geçmemiş aradan, sevimli bir ayı görün­müş ağaçların arasından. Tıpış tıpış gelip adamın sofrasına kurulmuş. Bahçıvanın dili tutulmuş. Ne diyeceğini şaşırmış. Ayı ile birlikte paylaşmış azığını. Bir müddet sessizce otur­muşlar. Bahçıvan kalkıp gidecek olmuş. Ayı, konuşmuş:
– Nereden geliyor, nereye gidiyorsun?
Şaşırmış adam “Ayı konuşur mu?” diye zihninden geçen düşünceyi bir tarafa itip:
– Uzaktan geliyorum, dağa gidiyorum, demiş.
– Ne yapacaksın dağda?
“Allah Allah, sorgu meleği sanki!” diye düşünmüş adam, ayı için:
– Yıllardır yalnız yaşadım. Artık canıma tak etti. Bir arka­daş bulmaya gidiyorum, demiş.
Ayının yarasına parmak basmış sanki, hop oturmuş hop kalkmış hayvancağız. Bahçıvan bakmış, ayının gözünden yaşlar süzülüyor.
– Yahu niye ağlıyorsun, diye sormuş.
– Benim de, demiş ayı, derdim aynı. Ben de yalnızım, ovada bir arkadaş bulurum ümidiyle ben de dağdan geliyor­dum. Adam düşünceye dalmış bir zaman, sonra aklına ilginç bir fikir gelmiş:
-Ne dersin, bizi kader buluşturdu galiba, gel arkadaş olalım. Ayı da sevinçle kabul etmiş bu öneriyi. Ve birlikte dönmüşler bahçıvanın çiftliğine. Günler yel gibi akıp gider­ken… Bahçıvanın mutluluğu bir ölçüde de olsa yerine gelmiş­ken… Hiç olmaz bir şey olmuş. Bahçıvan uyuduğu zaman, ayı, üzerine konan sinekleri kovalarmış. Yine bir gün bu işi yaparken bakmış ki sinekler bir türlü kaçmıyor. Yerden kap­tığı bir kayayı, bahçıvanın sinek üşüşen alnına indirivermiş.
Ayı ne yaptığını bilir mi? Adamcağız böylece göçüp git­miş öteki dünyaya. Kehle, bu hikâye ile arkadaşına hainlerle kurulacak dost­lukların sonunda zararlı olacağını anlatmak istemişti. Kurnaz çakal Dimne, bunu anlamıştı.
-Yani dedi Kelile’ye sen de çok safsın. Ben, efendime kötülük etmek ister miyim hiç?
– Bak Dimne, dedi Kelile; beni kandıramazsın. Alnımda enayi yazıyor mu bir bak bakalım. Aldanıyor görünebilirim, fakat asla kolay kolay oyuna gelmem. Tıpkı akıllı tacir gibi.
– Akıllı tacir mi, o da kim, diye sordu Dimne.
Kelile, anlaşılan yeni bir masal daha anlatacaktı arka­daşına.
– Dinle, dedi Kelile, iyi dinle, sana kurnaz bir tacirin öyküsünü anlatacağım.

Sabırlı Yılan

Vaktiyle bir yılan yaşlanmış, kurbağa avlayamaz olmuş­tu. Öteden beri kurbağa dışında bir şey yemeyen hayvan, açlıktan neredeyse ölecek bir duruma gelmişti. Kurbağa eti ve kurbağa kanı. Bundan başka hiçbir şey yılanın iştahını çek­miyordu. Günlerce düşündü taşındı. Bir çare bulmak için açlığına, bin bir türlü plan kurdu aklınca. Sonunda kurnaz kurnaz gülümsedi. Aklına ilginç bir fikir gelmşti. “En çıkar yol bu.” diye düşündü. Kalkıp kurbağalar padişahının huzuruna vardı. Önce yılanı görünce ürktü padişah.
– Korkmayınız efendim, dedi yılan, benden size zarar gelmez. Kurbağaların hükümdarı şaşırdı.
Nasıl olurdu, ezeli düşmanıydı yılan onların.
– Ben, dedi, artık yaşlandım, geri kalan ömrümü size hiz­met ederek geçirmek istiyorum.
Herkes şaşkınlık içindeydi. Yılan:
– Hayret ettiniz farkındayım. Fakat size öykümü anlatın­ca bana hak vereceksiniz.
Günün birinde bir kurbağanın peşine düşmüştüm. A-mansız bir şekilde izlerken, kaybettim onu. Dervişin evine gir­mişti. Ben de arkasından içeri daldım. Ağzıma yumuşak bir şey dokundu. Hemen ısırdım meğer dervişin küçük çocuğu­nun ayağı olmasın mı! Adam beni farketti. Kaçmaya çalışır­ken etkili bir tılsım yaparak yakaladı. “Sana…” dedi “Aklını başına getirecek bir ceza vereceğim. Bundan böyle, kurbağa­lara binek olarak hizmet edeceksin. Eğer kaytarırsan, tekrar sihir yaparak yakalar, bu kez öldürürüm seni.” Ben de bunun üzerine derhâl buraya geldim. Artık emrinizdeyim. Nereye is­terseniz oraya taşırım sizi.
Yılanın bu kurnaz öyküsüne kurbağalar kandı. Zavallı padişah, bundan böyle nereye giderse yılanla gider oldu. Bir anda çabucak gezmeleri çok sevindirmişti onları. Yılan bir şey yemiyordu bu sırada. İyice zayıflamıştı. Padişah:
-Yahu açlıktan ölecek bir duruma geldin. Niçin bir şey yemiyorsun, diye sordu.
Yılan kendisini açındırarak:
-Efendimiz, dedi, kurbağadan başka bir şey yiyemem ben. Dervişe, sizin hizmetinizde olacağıma dair söz verdim. Bu durumda kurbağa da avlayamıyorum. Yapacağım bir şey yok.
Kurbağaların padişahı yılana acıdı:
– Ölmek üzerek olan kurbağaları sana vereceğim, dedi. Ve o günden sonra sadece ölmek üzere olanları değil, sağlıklı kur­bağalardan da birer ikişer armağan etmeye başladı yılana.

Etiketler:

Yorumlar

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Nazım (Manzume)