Çankaya

27 Mayıs 2008 tarihinde tarafından eklendi.

Özellikle de Çankaya isimli eserinde Falih Rıfkı Atay,  Atatürk’ün hayatını ve inkılapları çok güzel bir Türkçeyle anlatmıştır. Bu eser sayesinde hem Atatürk’ün hayatı ve inkılapları gün yü­züne çıkarılmış, hem de yakın dönem Türk siyasi hayatına ışık tutulmuştur. Eseri önemli kılan unsurlardan birisi de Ata­türk’ü çok yakından tanıyan biri tarafından kaleme alınmış -olmasıdır. Diğer taraftan kullanılan dilin akıcılığı ve yazarın döneme ait bütün gerçekleri samimi bir şekilde anlatması da eserin kıymetini artıran özelliklerdendir. Yazar, Atatürk’ü ya­kından tanıdığı için Atatürk hakkındaki başka yerde bulama­yacağımız özel ve kıymetli bilgiler eserde bulunabilmektedir.

Eser üç ana bölümde ele alınabilir. Birinci bölüm Ata­türk’ün doğumu ve tarih sanhnesine çıkana kadarki dönemi içine alır: 1881-1908 bölümünde Atatürk’ün çocukluk ve gençliği: 1908-1914 bölümünde Meşrutiyet; 1914-1918 bö­lümünde 1. Dünya Savaşı anlatılır. İkinci bölümde ise Osman­lı Devletinin yok oluşu ve Türkiye Cumhuriyeti’nîn doğuşu anlatılır: Çökme, Liderliğe Doğru, Gerilla Devri, Ordu Devri, Yeni Devir, Kemalizm gibi bölümler yer alır. Son Bölümde İse Atatürk’ün değişik konulardaki görüşleri ve karakteri çözümlenmeye çalışılır.

Çankaya’dan Bazı Bölümler:

Harf İnkılabı Hakkında:

Nihayet Atatürk 1928 yılı haziranında Ankara’da bir ko­misyon kurulmasını Maarif Vekili, rahmetli Necati’den istedi. Dolmabahçe Sarayı’nda ziyaretine gittiğim Atatürk, “Hemen Ankara’ya git, komisyona katıl ve bu işi çabuk bitiriniz.” dedi. Komisyon alfabesini İstanbul’da Atatürk’e ben getirdim. Uzun uzun tetkik etti. Konuştuklarından birtakımı “q” harfin­de ısrar ediyordu. Hatta bir aralık Atatürk bu tavizde bulun­maya da karar verdi. Ertesi gün vazgeçirdîk. Bu arada bir “q” harfi tehlikesi atlattık. Biz Türkçe kelimelerde “k”nin ince ses­lilerle daima “ke”, kalın seslilerle “ka” okunduğunu düşüne­rek, “q”yu alfabeye almamıştık. Ben yeni yazı tasarısını getir­diğim günün akşamı Kâzım Paşa (Özalp) sofrada:
Ben adımı nasıl yazacağım. “Q” harfi lazım diye tuttur­du. Atatürk de:
– Bir harften ne çıkar, kabul edelim, dedi.
Böylece Arap kelimesini Türkçeleştirmekten alıkoymuş olacaktık. Sofrada ses çıkarmadım. Ertesi günü yanına gitti­ğimde meseleyi yeniden Ata’ya açtım. Atatürk el yazısı majüsküllerini (büyük harf) bilmezdi. Küçük harfleri büyütmekle yetinirdi. Kâğıdı aldı Kemal’in baş harfini “q”nun büyütülmü­şü ile, sonra da “k”nın büyütülmüşüyle yazdı. Birincisi hiç ho­şuna gitmedi. Bu yüzden “q” harfinden kurtulduk. Bereket A-tatürk, “q”nun majüskülünü “Q” bilmiyordu. Çünkü “Q”, “k”nın büyütülmüşünden “K” daha gösterişli idi.”

Atatürk’ün Şeref Hakkındaki Görüşleri

Atatürk, şahsi şerefinin olduğu kadar, Türk şerefinin ihti­raslı düşkünü îdi. Kibirli değildi. Neferleri ve hizmetçileri ile arkadaşça konuştuğunu hatırlarım. Fakat gururlu idi.
Bu gurur, Türk şerefini yabancılar karşısında korumak bahis konusu olduğu zaman eskiden “ecnebi girizlik” dediği­miz ‘xenophobi’ derecesine varırdı. Garbci idi. Ama; Tanzi­matçılar gibi “mukadder” bir Batılı üstünlüğünü kabul etmez­di. Aşağılık duygusu altında ezilmezdi.
Onun Türk tarihi ile uğraşması, bilakis, aydınları ve halkı bu aşağılık duygusundan kurtarmak için olmuştur.
Yabancı memleketlere veya milletlerarası konferanslara giden arkadaşlarına:
– Sesiniz benim sesimdir, unutmayınız, derdi.
Herkes de ona hesap vereceğini bilerek protokol ve itibar eşitliği üzerinde titiz davranırdı.
Şu hîkayeyi anlatmıştım: Rahmetli Fevzi Çakmak Yugos­lavya manevralanna gitmişti. Fransız Genel Kurmay Başkanı Gamlin de davetliler arsında idi. Yemekte sıra meselesi çıkın­ca Mareşal olduğu için Fevzi Çakmak’ın general olan Gam-lin’den önce oturması lazım geliyordu. Gamlin razı olmadı:
– O mareşal ise de ben Fransız ordusunun Genel Kur­may Başkanı’yım, demişti.
Fevzi Çakmak eğer yeri verilmezse gelmeyeceğini söyle­mesi üzerine güç durumda kalan Yugoslavlar ayakta bir ziya­fet tertiplemişlerdi.

Fevzi Çakmak dönüşte vak’ayı Atatürk’e anlattı. Atatürk dedi ki:
– Biliyorsunuz, Alman ordusu Renani’yi işgal edeceği za­man Hitler kıt’a komutanlarına, eğer Fransızlar mukavemet ederse geri dönmeleri emrini vermişti. Fransa hükümeti Gam-lin’e mukavemet etmesini söyledi. Fakat Gamlin bunun için umumi seferberlik istedi. İç politika durumu umumi seferber­liğe elverişli olmadığı için Fransa olup bittiye boyun eğmek zorunda kaldı. Gamlin biraz cesaret gösterseydi, Fransa Re­nani’yi kaybetmezdi. Sanat ve mesleğinde ve asıl vazifesinde bu kadar zaaf gösteren bu adam, sofra sırası meselesinde bakınız ne yapmış! Dikkat ediniz, bu adam Fransa’nın başına bir felaket getirecektir.
Nitekim Gamlin Hitler ordularının bir iki hafta içinde yı-kıverdiği Fransız ordularının başında bulunuyordu.
İnönü İtalya’ya resmi bir seyahat yapacağı vakit Atatürk:
-Sen Türkiye’nin başvekilisin. Mussolini de resmen İtal­ya’nın başvekilidir. Arada hiçbir fark tanımayacaksınız, demişti.
Yolda idik. İlk verilen programda Mussolini istasyona gel­miyordu. İnönü Roma’da yerleşince karşılıklı ziyaretler yapı­lacaktı. Türk heyeti eğer program değişmezse yarı yoldan memlekete dönüleceğini İtalyan protokolcularına haber ver­di. Trende bir telaştır, gitti.
Roma’ya vardığımız zaman İtalyan Başvekili Mussolini, sırtında jaket atayı ve başında silindir şapkası İle Türkiye Baş­vekilini bekliyordu.
Atatürk’ün Merakı
Atatürk giyime, ev ve eşya düzen ve temizliğine pek me­raklı idi. Askerler arasında sivil kıyafete iyi alışanların başında geldiğini sanıyorum. Evi de hiçbir zaman “bekâr kokmamıştır.”

Arkadaşlarının, hatta uzaktan tanıdıklarının yeni yaptır­dıkları evleri gezer, banyo ve sıhhi tesislere bilhassa dikkat e-derdi. Bir dostuna misafir gittiği zaman da eğer nazı geçerse tenkitlerini esirgemezdi. Duvara asılı şeylerde en küçük eğri­liği görür, kalkıp düzeltirdi.
İstasyonda binalarına bile gittiği zaman: – Banyosu nerede, diye soruşları, her gün yıkanma âde­tini en mütevazi Türk yuvalarına kadar sokmak içindi. Ban­yo, evlerimizde Atatürk devrinden sonra “harcıâlem” olmuş­tur. Kendisi harpte ve siper hayatında bile evinde olduğu gi­biydi.
Misafir gittiği evlerde ev sahibi ile konuşarak eşyanın yer­lerini değiştirdiği olurdu. Yemek odası dar ve sıkıntılı bir oda­da ise ve yemeğe kalacaksa sofrayı salona taşımaktan üşen­mezdi. Atatürk’ün misafirlikleri tesadüfi olmakla beraber ev sahiplerini rahatsız etmezdi. Kendi mutfağı, çok defa gittiği evlere yardım ederdi.
Bir gün şimdiki Atatürk Bulvarı’nda taşralı bir zenginin yaptırdığı bir buçuk katlı büyük köşkü geziyorduk. Tesadüf ev sahibini de orada bulmuştuk. Adamcağız bir gün Atatürk’ün kendisine de uğrayacağına ihtimal vermediği için mimarı hem yapının, hem de döşemenin hoşa gider olmasında serbest bı­rakmış, hiçbir fedakârlığı esirgememişti. Salonu, yemek oda­sını, yatak odalarını dolaştık, Sonra aşağı indik. Bir odada muşamba örtülü kötü bir masa, aynı kötülükte bir iki dolap, duvar kenarlarında da yer minderleri vardı. Ev sahibi büyük bir saflıkla:
– Paşam efendim, biz çoluk çocuk burada yemek yer, otururuz, diyordu.
Fakat ne de olsa Cumhuriyet okullarında yetişen çocuğu­nun şimdi üst kata çıkmış olduğuna şüphe eder misiniz?

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Dramatik Şiir