SOL AYAĞIM

2 Mayıs 2008 tarihinde tarafından eklendi.

KONUSU: Doğuştan özürlü olan bir çocuğun, özellikle an­nesinin çabası ve yardımlarıyla, içindeki yaratıcı yeteneği kullana­rak, hayata karşı verdiği tutunma mücadelesi anlatılmaktadır.

 

“A” Harfi:

 

5 Haziran 1932’de hastanede doğdum. Toplam yirmi iki çocuğu olan ve bunların on üçü yaşayan, bir ailenin çocuğuydum. Dört aylıkken, annem kafamın kendiliğinden arkaya düştüğünü fark etmiş. Zamanla, ellerimin her zaman arkaya doğru bükük ve sıkılı; çenemin kilitli olduğu; bir yastık olmadan oturamayacağım ortaya çıkmış. Beni, hastanelere ve kliniklere taşımaya başlamış­lar. Bütün doktorlar, “ümitsiz vaka” olarak karar vermişler. Annem ise bir türlü bu durumu kabullenememiş. Dört yıl su gibi geçmiş, beş yaşıma basmış olmama rağmen, halen yeni doğmuş bir bebek gibi yardıma muhtaçtım. Duvarcı ustası olan babam işe gittiğinde, annem, benimle diğer kardeşle­rim arasında oluşan duvarı, büyük bir sabırla ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Akrabalarımız benim gibi çocukların verildiği ku­rumdan bahsettiklerinde, annem şiddetle “Benim oğlum geri zekâlı değil” diyerek karşı çıkıyordu. Beş yaşına gelmeme rağmen, sol ayağımdaki parmaklarım hariç, hiçbir şeye ilgi göstermemiştim. Bir de tebeşire meraklıy­dım.
Bir gün, kardeşlerim ders çalışırlarken, sol ayağımı uzattım ve tebeşiri, ayak parmaklarım arasında sıkıca tuttum ve hareket ederek kara tahtanın üzerine sert bir karalama yaptım. Herkes konuşmayı kesmiş ve sessizce bana bakıyordu. Annem, mutfak­tan geldi ve beni o halde gördü. Sonra, Mona’dan aldığı tebeşirle, önüme “A” harfini çizdi ve “Aynısını yap Chris.” dedi. Yaptım, ancak başaramadım. Annem, tekrar yapmamı istedi. Üçüncü deneyişimde başarmış ve “A” hrafini yazmıştım.

 

Ayak parmak arasında sıkışmış bir parça tebeşirle yere çiz­diğim o tek harf yeni bir dünya için yolum, zihinsel özgürlüğü­mün ise anahtarıydı.
A-N-N-E
Annem, hemen hemen bütün alfabeyi aynı yolla öğretmeye başladı. Alfabeyi bilmek, savaşı kazanmamın yarısıydı. Çünkü harfleri yan yana getirerek, küçük kelimeler oluşturabiliyordum.
Yedi yaşındayken çok fazla konuşmamama rağmen, şimdi tek başıma doğrulabiliyor ve kemiklerimi kırmadan ya da anne­min porselenlerini parçalamadan kaçmamın üzerinde emekleye­rek yer değiştirebİliyordum.
Zaman geçtikçe sol ayağıma daha fazla bağlanmaya başla­dım. O, aileme kendimi anlatmamda temel iletişim aracımdı. O, içinde bulunduğum hapishane kapılarının tek anahtarıydı.
Bu arada aile gitgide çoğalıyor, nüfus artıyordu. Ben de bü-yüyordum. Aklım da öyle. Bir gün anneme seslendim ve uzun zamandır kafamı meşgul eden kelimeyi yazdım:

 

“A-N-N-E.”

 

Ev:

 

Yedi yaşımda, erkek kardeşlerimin de yardımıyla, yaşıtla­rımla arkadaş olmaya başlamıştım, “gezinti arabası” dedikleri pas­lı, eski arabayla beni taşıyorlardı. Hayatımın en güzel yıllarının bir kısmı, o eski püskü arabada geçti. Benim de çok sevdiğim, oyun oynadığım arkadaşlarım oldu.
Evde devamlı oyunlar oynardık. Özellikle Noel eğlenceleri çok farklı olurdu. En çok ağabeyim Tony’yî beğenirdim. O bizim mahallenin Romeo’su idi. Bütün kızlar onu beğenirdi. Evde, her­kes ondan biraz korkardı. O, benim ilk kahramanımdı. Bir gün, işlediği bir kabahatten dolayı, onu kilitledikleri odanın anahtarla­rını annemin cebinden uyur numarası yaparak aşırdım ve dışarı çıkmasını sağladım. Bana “Çok cesursun, Chris.” dedi.

 

Henry:

 

Sekiz yaşındayken o arabayı kullanıyor, kendimi bir kral gibi hissediyordum. Herkesin horlayıp, tekmelediği bu eski arabanın benim yanımda saygın bir yeri vardı. Ona Henry adını vermiştim. O benim tahtımdı. Onun üzerinde her macerayı ve heyecanı tat­tım. Onunla birçok kereler, çok sevdiğim sinemaya bile gittim.
Yaklaşık sekiz buçuk yaşlarındayken, bir gün Dublin’in dı­şında küçük bir kır gezisine çıktığımı hatırlıyorum. Suyun kenarı­na oturmuş, ayağımla balıkları yakalamaya bile çalışıyordum. Dönüş yolunda çok acıktığımız için, bir köy evinin bahçesinin dallarından sarkan elmalar ve armutlardan aşırıp yerken gördü­ğümüz polisten dolayı çok korkmuştuk. Aşırdığımız meyveleri Henry’nin oturduğum kısmının altına koyduk. Polisler gidince bir de baktık ki bizim meyveler ezilmiş, yenecek halieri kalmamış. Meyveleri bahçe duvarının üzerine bırakıp eve döndük.
Yine çok sıcak bir günde, yüzmek için yakınımızdaki kanala gitmiştik. Yüzen çocukları görünce, içimde A harfini yazdığım günkü gibi bir istek ve heyecan duydum. Tony’ye “yüzmek istedi­ğimi” belirttim.
Beni suyun içine soktuklarında iki defa batıp, çıktım. Üçün­cüsünde ise ayaklarımı çılgınca salladığım için batmamıştım. Böylece suyun üstünde durmaya devam ettim. Birkaç dakika sonra, Tony beni sudan çıkardı ve “bir gun Christoper Columbus’u yeneceksin” dedi. Artık, sık sık yüzmeye gidiyordum, çok mutluy­dum.
Ancak, bir müddet sonra arabam kırıldığı için, bu gezintileri yapamaz olduğum için, canım çok sıkılmaya başladı.

 

Katriona Delahunt:

 

Artık nadiren mutlu oluyordum. Dünyamın dayanağı sar­sılmış gibiydi. On yaşında, yürüyemeyen, konuşamayan, kendi kendine yemek yiyip giyinemeyen bir çocuktum. Ne kadar çaresiz olduğumu fark etmeye başlamıştım. Diğerlerinden “farklı” oldu­ğum gerçeği dışında bir şey bilmiyordum. Bir gün kızgınlığımdan aynayı dahi parçaladım.
Birkaç hafta sonra, annem bana yeni bir araba alabilmişti. Er­tesi gün erkek kardeşlerim beni bir kez daha sokaklara götürdü­ler. Ancak, artık eski zevki duymuyordum. Eski arabam
ğından beri bambaşka biri olmuştum. Bendeki değişikliği en iyi annem anlıyor, ancak hiçbir şey söylemiyordu.
On yaşındayken, gittikçe daha içe kapanık bir hal almaya başlamıştım. Annem, ne yapıyorsa bir türlü beni rahatlatamıyordu. O eskiden mutlu olan çocuğu hiçbir şey geri getiremi­yordu.
Bir Noelde, Paddy Noel Baba’dan bir kutu boya almış; ancak hoşuna gitmediği için kenara atmıştı. İçimde bir duygu uyandı. O rengârenk boyalar benim olmalıydı. Kurşun askerlerimi ona ve­rip, boyaları aldım.
Sonra da, fırçayı ayaklarımın arasına alıp, ağzımda ıslattım ve en çok sevdiğim renk olan maviye batırarak, götürüp diğer ayağıma sürdüm “Oldu” diye haykırdığımda, her zaman olduğu gibi, desteğini benden hiç esirgemeyen annem yine yanımdaydı. Artık, her gün resim yapıyordum.
Değişiyordum. Beni mutsuz eden şeyleri unutmak ve yeni­den mutlu olmak için yeni bir yol bulmuştum. Her şeyden Önemlisi kendimi unutmayı öğrenmiştim.
Ancak, yirmi ikinci çocuğunu doğurmak için hastaneye ya­tan annemiz aramızdan ayrılınca, evde her şey çok değişmişti. Annemin öleceğini düşündüğüm İçin, bir şey yapmak istemi­yordum.
Bir gün, bu duygular içerisinde iken, annemin bizi görmesi için gönderdiği Bayan Detahunt evimize geldi. Annem istediği için, zarfın arkasına şunları yazıp verdim: “Sevgili Annecim. Merak etme. Her şey yolunda. Bir sürü yemek var. Hemen İyileş. Christy.”
Birkaç gün sonra, Bayan Delahunt, bir sürü boya, fırça ve bo­yama kitapları ile birlikte, evimize tekrar geldi. Hayatıma, tam da onun gibi birine ihtiyacım olduğu zamanda girmişti. Yıllar içinde, annem dışında benim için en büyük ilham kaynağı olmuştu.

 

Ressam:

 

Artık, Bayan Delahunt’un geleceği günleri heyecanla bekle­meye başlamıştım. Onun yanında zihnim gelişiyordu. Artık, re­simleri çok daha özenli yapıyordum. Çünkü, resim sadece benim mutluluğuma değil, başkasının da mutluluğuna yol açıyordu. Resimle ilgili, her hazırlığımı kendim yapmaya başlamıştım. Mal­zemelerime bir şey olmasın diye, kimseye elletmiyordum.
Derken, bir gazetede, “12-16 yaş arası, Noel Resim Yarışması” ilanını görünce katılmaya karar verdim. Sindrella’yı konu alan resimi özenle yaptım ve zarfa koyup gönderdik.
Bir Cuma günü kapı çalındı. Gazeteden bir muhabir ve fo­toğrafçı,, Bayan Delahunt’un benim tarafımdan gönderilen resmin ayak ile yapıldığını söylemesi üzerine, inanamadıkları için beni görmeye gelmişlerdi. Ben o sırada, Güney Denizi Adası isimli res­mime son noktalan koymak üzereydim.
Annemle konuştular. Benim de birçok resmimi çektiler. Erte­si gün babam gazeteyi yüzüme uzatarak,”Gördün mü? Kazanmış­sın! diye sevinçle haykırıyordu. Beni sevinçle öptü. Ya rüyalarımın kızı? Benimle gurur duyduğunu söyleyerek, alnıma bir Öpücük kondurdu. Sol ayağım ve ben yine kazanmıştık!

 

Acıyan Bakış:

 

On üç yaşında, kendini yeteneklerini kullanabilecek kadar keşfedememiş küçük bir ressamdım. Resim yapmak benim için her şey demekti. Bunun sayesinde kendimi tamamiyle ifade ede­bilmeyi öğrendim.
Artık, diğer kardeşlerimden tamamen kopmuştum. Diğerle­riyle birlikte, aynı zamanda onlardan ayrıydım. Bir çocuğun sıra­dan yaşamından, sokaklardan ve küçük ara yollardan uzaklaşmış biri olarak, yüreğimin vücuduma oranla büyüme ve gelişme açı­sından millerce yol kat ettiğini fark ediyordum.
Bu arada, fenny isminde cıvıl cıvıl bir komşu kızı, rüyalarımın kızı olmuştu. Resmini yapmak istediğimi belirten bir not gönder­dim. İstediğim zaman beni arka bahçeye gidip onu görebileceğimi yazan notunu alınca heyecandan bir tuhaf oldum. Ertesi gün bu­luştuk. Birlikte kitap okuduk. Sonra, haftalarca mektuplaştık, bir araya geldik. Ancak, bir gün ansızın gitti ve bir daha aylarca yü-
zünü görmez oldum. Sonra bir gün, arka bahçede otururken geldi ve yüzüme acıma dolu bir bakış fırlatıp, gitti.
Kendimi ne kadar kandırmış olduğumun böylece farkına varmış oldum.
Farkına varmadan on beşinci yaş günüm geldi. Annem bir parti düzenlemişti. Jenny de gelmişti. Hatta elimi tutmuş ve nasıl olduğumu bile sormuştu. O gece büyük bir başağrısı çektim. On­dan daha kötüsü ise kalbimin ağnsıydı. ‘ “” J ıw”ı

 

Hapishane Duvarları:

 

Artık kendimden kaçamayacak kadar büyümüştüm. Etra-fımdaki her şey canlılık saçarken, benim bir tek sol ayağım vardı. Hayatım, yüzüm duvara doğru dönük, dışarıdaki büyük dünya­nın seslerini ve hareketlerini duyan kardeşlerim ve tanıdığım diğer insanlar gibi hareket edip, dışarı çıkıp, kendi yerimi alama­dığım sıkıcı bir köşeye benziyordu.
Annem her şeyin farkındaydı. İçimde gittikçe büyüyen acıla­rı hafifletmek için elinden geleni yapıyordu. Ben ise, çocukken farkına vardığımda ağladığım acı gerçekliğim için, şimdi ağlayamıyor, derin ıstırabımı içime gömüyordum.
Bir gün, böyle ümitsiz acılar içindeyken, kendimi pencerem­den atmaya karar verdiğim için, odama kapanıp, “vasiyetimi” yazmaya başladım. Yazdıklarımı yastığımın altına koydum, sonra da pencere betonunun üstüne güçlükle çıkmayı başardım. Aklıma Katriona Delahunt gelince, pencereden indim ve bir çocuk gibi ağlamaya başladım.
Artık on altı yaşındaydım. Artık sadece mutsuz ve kederli değil, aynı zamanda, çarpık ağzım, dolaşık ellerim ve kullanışsız gövdemden dolayı bütün dünyaya kırgındım. Sol ayağımla resim yapmaktan başka bir marifeti olmayan birisiydim. Sonra aklıma, yazmak fikri geldi. Hızla not defterimi çıkardım ve birbiriyle alakası olmayan kelimeleri yazmaya başladım. Artık kendime yeni bir ufuk açmıştım. , tli> -* s ¦-,’,
Ayak parmaklarımla yazmayı ilk öğrendiğimde beş yaşın­daydım. Bunun bana yeni bir hayatın anahtarını sunabileceğini ise ancak on yedi yaşımda anlayabildim. O günden sonra, her gün yazıyor, yazıyordum.
On yedi yaşımda, her şey üzerime geliyormuş gibi oluyordu. Duygusal hayatım oluşmaya başlamıştı. Sadece çocukluk arzuları olan şeyler, şimdi yetişkin ihtiyaçlarına dönüşmüştü. Büyüdükçe kendi eksiklerime daha anlayışlı yaklaşmak yerine, daha çok acı çekiyor ve üzülüyordum.
Bir gün, Katriona Delahunt’un parmağında gördüğüm nişan yüzüğü ise tam bir felaketim olmuştu. Evlendi ve Bayan Maguire oldu. Ne olursa olsun, çok kıskanmıştım.
Aylar, yıllar geçmiş evde yaşam değişmişti. Evlenip evden ayrılanlar çoktu. Annem, biraz kilo almışsa da yine aynıydı. Ba­bam ise kırlaşmış şakakları, dökülmüş saçları ile oldukça yaşlı görünüyordu. Birkaç tane yeğenim olmuştu.

 

Lourdes:

 

Küçük yaşlardan beri müziğe düşkündüm. Zamanla klasik müzik tutkunu olmuştum. Bir gün alt kattan duyduğum müziğin sesi ile çarpılmışa döndüm. Bu Handel’in Largo’sunu ilk dinleyi-şimdi. Unutulmaz bir deneyimdi.
Müzik bana parlak ve güzel bir dünyanın kapısını açmıştı. Yine de, müziğe rağmen ev, duvarlar içine beni hapseden bir hapishane gibiydi. Sonra bir gün Bayan Maguire geldi ve “Lourdes’e gitmeye ne dersin” dedi. Parayı denkleştirip gittim. Bu benim ilk seyahatimdi ve yanımda hiç kimse yoktu.
Bir sedyeye kondum ve güçlü iki ambulans görevlisi tarafın­dan uçağa taşındım ve pencere kenarına oturtuldum. Uçak hava­landıktan sonra, yanımdaki koltukta 19 yaşında, hoş ama acı dolu bir yüzü olan, Mmre ismindeki kızla konuşmaya başladık. On yaşında çocuk felci geçirdiği için hiç yürüyemiyordu. “Bir gün yeniden yürüyeyim, o zaman ilk dansıma gideceğim” diyordu. İki gün sonra Lourdes’te öldü.
Bütün uçak kolsuz, elsiz, ayaksız, vb. eksikleri olan insanlar­la doluydu. Bütün bu acı çeken insanların her birini gördükçe kafamda yeni bir ışık yandı. Dehşete kapıldım. Dünyada bu kadar acı çeken insan olduğunu tahmin etmiyordum.

 

Sonunda Fransa’ya indik. Akşama doğru, Çin faytonuna benzeyen sandalyelere oturtularak manastıra götürüldük. O gun, uçaktaki Olgun Kiraz ismini taktığım hemşire tek tek yataklarımızı dolaşarak bizlere iyi geceler diledi. Ertesi gün, ünlü Şifa Hamamları’na götürüldük. Üç yüze ya­kın bacaksız, kolsuz, kör…insan vardı. Çırılçıplak bir şekilde, dualarla suya batırılıp çıkarıldık. Akşam, binlerce kişi Rosary Meydanı’nda toplanmıştı. Kalaba­lık ilahiler söyleyerek ilerliyordu. Türbeye vardığımızda, Mer­yem’in başındaki inci, tacın üzerinde parlıyordu. Hayatımın en güzel dakikasıydı. Dublin’e vardığımızda uyuyordum. Omzuma kibarca doku­nan Olgun Kiraz’ın seslenmesiyle uyandım. Birkaç gün sonra, bütün dünyaya yayılmış, benim de bir üyesı olduğum, acı çeken insanların şifa bulmak için gittikleri Lourdes, sadece bir anı olmuştu.

 

Annemin Yaptığı Ev:

 

Şimdi ise, sapasağlam insanların bulunduğu evımdeydim. Kendimi kuşatılmış hissediyordum. Bu duygular İçerisindeyken, bir akşam kapman önünde duran arabadan bir doktor indi ve evimize geldi. Beyin felci için geliştirilen yeni bir yöntemden bah­setti. Dr. Coîlis, tedavi için yardımcı olacağımı anlayınca, “Yarın­dan itibaren başlıyoruz.” diyerek ayrıldı. Ertesi gün, Dr. Collis’in asistanı Dr. Warnants geldi ve Fizik tedavi çalışmalarına başladık. Her Pazar, Dr. Yarnants geliyor ve düzenli olarak yaptığım çalışmaları kontrol ediyor, notlar alıyor, yön gösteriyordu. Yalnız, evde başka bir yer olmadığı için bütün çalışmaları mutfakta yapıyordum. Bu da, sık sık kaza geçirmeme yol açıyordu. Bu duruma çok üzülen annem, sonunda evimizin arkasındaki bahçeye, bir oda yaptırmaya karar verdi. Ancak, du­varcı ustası babam ve dört kardeşim bu işe razı değillerdi. Bir gün, annem duvarı örmeye başlayınca çaresiz kendileri yapmak zorunda kaldılar. Paramız oldukça yapıyor, para bittikçe duru­yorduk. Nihayet aylar sonra evimiz bitti. Şimdi daha rahat ve geniş bir ortamda tedavi için çalışabiliyorduk.

 

Kısa Süreli Ziyaret:

 

Dr.Collis’in beyin uzmanı akrabası, Bayan Collis’in beni mua­yene etmesi için annemle birlikte Londra’ya uçtuk. Dr.Warnants da bizimle beraberdi. Sonunda kaderimin belirleneceği Mıddlesex Hastanesi’ ne geldik. Dr. Collis ve yardımcısı Bay Gallagher beni tepeden tırnağa kontrol ettiler. Dr. Collis iyileşmem için sol aya­ğımı kullanmaktan vazgeçmemi istedi. Başka hiçbir yolu yoktu.

 

Ne Olabilirdi?

 

Sabah dokuz buçukta beni evden alan ambulansla, Dublin Ortopedi Hastanesı’ne geldik. Dr.Warnants’m sırtında uzun kori­dorlardan ve bozuk yollardan geçerek, tek katlı tahta bir binadan içeri girdik. Üç yaşından büyük bir tane dahi çocuk yoktu. Hepsi bağırıyor, çağırıyor, tekmeler savuruyor, ellerine ne geçerse sağa, sola atıyor, yengeçler gibi kıvrılıyorlardı. Yetişkin olarak ben, Dr.Warnants ve Dr.Gallagher’den başka kimse yoktu.
O günden sonra hem evde hem de klinikte tedaviye devam ediyordum. Böylece bir yıl geçti. Bir Nisan günü, adının Sheila olduğunu öğrendiğim ve hayatımda gördüğüm en güzel kızla karşılaştım. O günden sonra, ben daha bir şevkle tedavi için uğra­şıyordum. Bir müddet sonra, Shelia ile mektuplaşmaya başladık. Benim duygu dolu mektuplarıma zekice cevaplar yazıyordu.

 

Kalem:

 

Artık sol ayağımı kullanmıyordum. Beni bunu yapmaktan alı koyan, sadece sol ayağıma karşı duymuş olduğum bağlılık duygusu değildi. Ayağımı tekrar kullanmaya başlarsam, kurtul­ma yolundayken kendi yolumu engelleyeceğimi ve normal olma­sa bile daha aktif bir yaşam sürme şansımı elimden alacağımı biliyordum. Sol ayağımı bağlayıp bir kenara koydum ve artık onu kullanmayacaktım.

 

Bir çıkmaza girmiş gibiydim; nere baksan kapatılmış gibiydi. Sonra aklıma bir ilham geldi. Erkek kardeşlerimden Eamon, elindeki kalemle bir şeyler yazıyordu. Solduğumda, okul için kompozisyon yazdığını söyledi. Ben onun ödevini yazdıracak, o da benim söylediklerimi, benim için yazacaktı.
Yazdırdığım ilk satırlar, en çok etkisinde kaldığım yazarlardan Charles Dickens’in etkisini taşıyordu. On sekiz yaşındaydım. Yazdıklarım üst üste yığınlar halinde birikiyordu. Fakat bir türlü istediğim gibi olmuyordu. Kendime ve kardeşime “aptal” deyip duruyordum. Sadece zekası olan değil, kalbiyle de hareket eden birine ihtiyacım vardı. Ama, bu mucizevi ilham babamı nereden bulacak­tım? Günlerce düşündüm ve sonunda bu kişinin Dr, Collis olaca­ğına karar verdim. Ve hemen mektubumu gönderdim.Ertesi gün, koltuğunda bir paket kitapla geldi. Yazdıklarımı okudu ve: “İyi, çağdaş bir roman yazmak için çağdaş İngilizcenin okunması gerekir…” dedi. Sonra bana getirdiği kitapları masanın üzerine yaydı. “Bunlar sana güzel bir İngilizceyle nasıl yazılacağını gösterecektir” diye söyledi. Sonra da, “Hikâye yazmak için bilinmesi gereken iki temel kural vardır. İlki, anlatacak bir hikayenin olması ve ikincisi onu öyle yazmalısın ki okuyan kışı okuduğunu yaşıyormuş gibi hissetsin…” dedi. Konuşması bittikten sonra, elimi sıkıp ayrıldı.

 

Acıma Değil Gurur:

 

Merrıon Caddesi Kliniği, Dublin Ortopedi Hastanesi’nin arkasındaydı. Günden güne kalabalıklaştığı için, Dr. Warnants, “Bu gidişle, çocukları çatıya yerleştireceğiz.” diyordu.
Kliniğin açılışından bu yana geldiğim için, burayı benim bir parçammış gibi kabul ediyordum. Buraya sadece sakatlığımın tedavisi için değil, soğuk beyaz önlükler içinde, sıcacık kalpleri olan insanları sevdiğim için de geliyordum. Bize aa veren sadece kaslarımız ve gövdelerimiz değildi; bazen zihinlerimiz ilgiye, çarpık kollarımız ve bacaklarımızdan daha çok ihtiyaç duyuyor­du. Böylece, en “ümitsiz vaka” olan çocuklar dahi, adım adım bir düzelme gösterebiliyorlardı.
Ben de klinikteki son iki yılımda kendimi geliştirdim. Öğ­renmem gereken ilk şey rahatlamaktı. Birkaç ay sonra, konuşma­mın oldukça düzeldiğini gördüm.

 

Klişeler ve Sezar:

 

Zaman içinde, Dr Collis’ten yazma ile ilgili çok teknikler öğ­rendim. Aynı zamanda, eğitimim için, bana Bay Guthne isminde öğretmeni bulan da oydu. Yenİ öğretmenimle de aramdaki ilişki dostluğa, işbirliğine ve güvene dayalıydı. O kadar kendime gel­miştim ki bazen gevezeliğe \ aracak şekilde oldukça rahat konuş­maya başlamıştım.
Ancak, yazmayı nasıl yapacaktım. Sürekli bir başkasına yaz­dırmak olmuyordu. Bir gün kardeşimi dışarı çıkardım ve sol aya­ğımla yazmaya başladım. Saatlerce yazdım, yazdım.
Onun İçin Kırmızı Güller:
Burl îves’in Dublin’deki konseri hayatımdaki en heyecan ve­rici olaylardan biri olarak kalacaktır. Çünkü, Dr. Collis’in planına göre Burl Ives şarkı söyleyecek, benim yazdıklarım da orada oku­nacaktı. Burl îves’in herkesi eğlendiren şarkılarından sonra, Dr. Collıns kürsüye geldi ve otobiyografimi okumaya başladı. Bin beş yüz kişilik salonda, önceleri dinleyen İnsan sayısı çok azdı. Sonra, yavaş yavaş seslerin kesildiğini ve insanların dikkatle dinledikle­rini gördüm. Bütün bunları ben mi yazmıştım? Hayret ediyor­dum. Hayal görüyor gibiydim.
Aniden doktorun konuşmayı kestiğini anladım. Bütün salon tamamen sessizdi. Ön sırada birinin ağladığını gördüm. Yanımda oturan anneme baktım, gözleri parlıyordu…Birden bir alkış kop­tu. . .Devam etti ve deniz dalgalan gibi üzerimizi Örtmüştü.
Seyircilerden biri büyük bir buket çiçekle aniden geldi. Dok­tor onları aldı ve annemin durduğu yere gitti. Alkış kesilmişti. “Sizin İçin bayan” diyerek çiçekleri anneme verdi. Yanında babam duruyordu. Alkış dalgası yeniden tüm salonda yükselmeye baş­ladı.

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Nazım (Manzume)