Anadolu Notları

27 Mayıs 2008 tarihinde tarafından eklendi.

ANADOLU NOTLARI
Daha ziyade roman, hikaye ve piyesleri ile tanınan Reşat Nuri Güntekin‘in denemeciliği de aynı derecede başarılıdır. Yazar denemelerini topladığı Anadolu Notları’nda bir aydının Anadolu gezilerindeki izlenimlerini anlatmıştır. Anadolu Notları’ndaki şahıslar, Reşat Nuri Güntekin’in roman kahraman­larını, yaşadığı hadiselerden seçtiğini göstermektedir. Temiz bir üslup, alaycı, ironik bir dille yazılmış bir eserdir.

ESERDEN SEÇMELER

GURBET:

Bir tarafında üst üste binmiş viran ve simsiyah evler, bir tarafında İstanbul’un bazı eski yangın arsalarından pek farklı olmayan taş ve diken dolu bahçeler arasında tozlu bir cadde­de arkadaşımla yan yana yürüyorduk. Fazla şairane olmasa, can sıkıntısı renginde diyebileceğim bulanık ve dumanlı bir akşamdı. İhtiyar şair, biraz evvel yanımızdan geçen bir bisik­letli çocuğa bakıp durarak:
‘Ne… nedir değilse eğer…

‘Hayatı birkaç adım fazla koşturup yormak.’
diye Fikret’in iki me’yus mısraını okumuştu. Bu mısralar o va­kit bana, bu şiirsiz küçük kasabada -şiir mısraları arasında görülmüş, başka bir talih hayali içinde ziyan olmuş- bir ha­yatın elem ve ifadesi gibi görünmüştü. Hâlbuki aynı insan, Simav’da, başka hiçbir şey istemeden doğup ölmenin, en bü­yük bir saadet olduğunu, bana doğruluğundan şüphe edile-miyecek bir samimiyetle temin ediyordu. Bu ihtiyar şair, yeni bir şey öğretmiş oldu.
 ***
 Anadolu, her yabancıya az çok bir garipseme duygusu verir. İnsanı ıssız bir dağ başında yakalayan bir geceyle, en mamur; fakat yabancı bir eğlence şehrinde yakalayan gece arasında bilmem pek büyük bir fark var mıdır? Çünkü netice itibariyle ikisinde de derece farkıyle aynı gurbet kurdunun için için kalbimizi kemirdiğini duyarız. Bu kurt bazı ağaç kurt­ları gibi, vücudumuzun yapısında doğmuş ve büyümüş bir tufeylidir. Herhangi bir kasabasında yaşayan İstanbullu me­murun onun karanlık renklerle tasvir etmesi ve hayatsızlıktan şikâyet etmesi herhalde bundan ileri geliyor. Ağrılarının, için­de yattığı yataktan geldiğini vehmeden hasta gibi, bizde sırf kendi yüreğimizde getirdiğimiz ağrının mesuliyetini galiba haksız olarak Anadolu’ya yükletiyoruz. Erkenden kapılarını kapamış, mütevazı basma perdelerinin arkasında lambalarını yakmış evlere, sokaktan baktığımız zaman onları bir can sı­kıntısı ve asteni yuvası gibi görüyoruz. Çaresini sokaklara di­zilecek fenerlerde, dökülecek insanlarda aramaya yelteniyoruz. Hasretini çektiğimiz uzaktaki evimizin de bu saatte bir ya­bancıya aynı manzarayı göstereceğini aklımızdan geçiremi­yoruz. Bütün manası ile düşündüğümüz hayat, acaba kaç binde kaçımız için mukadderdir. Hepimizin saadeti aşağı yu­karı alıştığımız dekorun motiflerinden yapılmış değil midir? Böyle olduğu hâlde alışkanlık dediğimiz kudretin, bu çarpık çurpuk viran evlerde de aynı mucizeyi yapmış bu dekoru -ih­tiyar şairimin Simav’a verdiği renklerle- boyamış olmasını, bir türlü aklımıza aldıramıyoruz.

AYNALAR

İzmir’in meşhur askeri otelinin yerinde şimdi mükellef bir palas var. Onun altında, eski askeri kıraathanesinin yerinde­ki gazinoda kendi kendime gazete okuyorum.
Gözüm, ara sıra, pencerenin önünde nargile içerek soka­ğı seyreden şişman bir zata ilişiyor ve nedense bir türlü ayrıl­mıyor. Bu zatın çıplak başının etrafında heykellerde gördüğü­müz defne kuronlar hâlinde bir kır saç halesi. Kır kaşları var, gözler biraz fırlamış bir guvatr uftalmit. Çene altında bir yum­ru başlangıcı… Netice itibariyle fazla bir hususiyeti olmayan bir yüz… Fakat bilmem niçin ara sıra gözüm iliştikçe bakıyor ve dalıyorum.
Bir aralık sokaktan geçen biri ile konuşunca derhâl bulu­yorum: O, benim, çocuklukta Değirmen Dağı’nda tanıdığım bir çocuğun yüzüdür. O vakit vücudu ipincecikti. Şimdi başı­nın etrafında bir defneden kuron kadar kalan saçları, kumral, sık ve kıvırcıktı. Ramazan geceleri, Tilkilik’te Karagöz’de tanı­dığım bir akrabamı, Kemeraltı’nda gördüm. O, o zaman vara yoğa gülen tombalak bir çocuktu. Şimdi üstünden geçen otuz senede, hayat onu kâh bir oklava hamuru gibi yassıltmış, kâh hadde olup geçirmiş, hafifçe kamburlaşmış yüzü ile hiçbir berber usturasının giremeyeceği kadar çökük yanaklı, mah­zun bir adam yapmıştır. Mendil almak isterken, küçük bir dükkânda Frer mektebindeki bir Musevi arkadaşımla karşı­laştım. O da öyle… Sonbahar yaprakları gibi sararmış, kızar­mış, renkten renge girmiş… İşinin iyi gitmediği belli. Muvaf-fakiyetsizliğin verdiği hilelerle, birkaç mendil üzerinde benî al­datmaya çalışıyordu. Bu çocuk o zaman en çalışkanımızda edebiyat meraklısı idi. Esther, Atali okur, sahnede oynar, ideallerden konuşurdu. Şimdi beni aldatmaya çalışıyordu.
Bir an kendimi hatırlamayı düşündüm. Fakat hatıralar gariptir: En umulmazları yaşar, en kuvvetli görünenleri oldu­ğu gibi silinip gider. Çok kere müşterek hatıraları konuşmak için oturanlar, birinin hatırladığı ve hâlâ heyecanını duyduğu şeyi, ötekinin tamamiyle kaybettiğini, yalnız hatır için evet de­mesine rağmen hiçbir şey hatırlayamadığını görerek hayal kırıklığına uğrarlar.
Ben de doğrusu bundan korktum. İsmimi anlamayarak tekrar ettirmesinden, neredeydi diye sorup hatırlamamasın­dan ürktüm. Sonra, beni mendiller üzerinde aldattığı için u-tanmasını da hesaba kattım.
Hulasa ayrıldık…

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Hece Ölçüsü