ALİCE HARİKALAR ÜLKESİNDE

2 Mayıs 2008 tarihinde tarafından eklendi.

ALİCE HARİKALAR ÜLKESİNDE
KONUSU: Bir çocuğun hayal dünyası anlatılmaktadır
Monks’un “Benden ne istiyorsunuz?” sorusu üzerine de: “Babanız annenizle evlendi ve siz oldunuz. Sonra, babanız anne­nizle anlaşamadı ve ayrı yaşamaya başladı. Bu arada, yaşlı bir adamla dost oldu ve onun büyük kızım sevdi. Ancak, bulaşıcı bir hastalığa yaka­landığı için aniden öldüğünden, vasiyetnamesini yazamamıştı. Bu ne­denle bütün serveti sizinle annenize kaldı. Ancak, babanız bana bir resim bırakmış ve bütün olanları

 

Kitap okuyan ablasıyla oturan Alice’in canı sıkılıyordu. Ab­lasının okuduğu kitaba bakarak, “Resimsiz ve konuşmazız kitap ne işe yarar ki?” diye düşündü. İşte o anda, pembe gözlü Beyaz Tav­şan yanından koşarak geçti. Bu sıradan bir olaydı. Ancak, Tavşan yelek cebinden bir saat çıkarıp baktı ve ardından koşarak uzaklaş­tı. İşte, sıradan olmayan şey buydu. Merakla tavşanın peşinden koştu. Tavşan bir deliğe girdi, Alice de arkasından. Sanki dipsiz bir kuyudaydı ve düşdükçe düşüyordu. Aşağıya doğru baktı, karanlıktı. Duvarlara baktı. Her şeyi görüyordu. Raflar, kitaplarla doluydu. “Acaba dünyanın diğer ucana kadar düşer miyim?” dedi. Düşüşü devam ediyordu. Kedisi aklına geldi. “Zavallı Dinah’ağım beni çok arayacak…” Birden kendini pat küt yer yerde buldu. Canı hiç acımamıştı. Önüne bakınca bir koridor gördü. Tavşan da hızla koşuyordu. Böylece bir salona geldi Salonun bütün kapıları kapa­lıydı. Sadece ortasında üç ayaklı bi masa vardı. Masanın üzerin-deki altın anahtarı aldı ve perdenin arkasındaki küçük kapıyı bularak açtı. Ancak, bu kapıdan geçmesi mümkün değildi. Tekrar masanın yanına döndü. Burada üzerinde “beni iç” diye yazan bir şişe vardı. İyice kontrol ettikten sonra içti. Çok lezzetliydi. Küçül­dükçe küçüldü. Bu sefer de anahtarı masadan alamadı. Üzülüp, ağladı. Sonra kendisini toparlayınca, masanın altında “Beni ye” diye yazan bir çörek gördü ve son kırıntısına kadar yedi.
Birden boyu uzamaya başladı. Uzadıkça uzuyordu. Artık üç metre boyunda, kocaman, dev gibi bir kızdı. Anahtarı alıp, kapıyı açtı. Ancak giremiyordu. Oturup ağladı. Birden yine tavşanı gör­dü ve ona “Afedersiniz, biraz bakabilir misiniz?” diye seslendi. Tav­şan, sesi duyunca korktu ve kaçtı. Tavşanın bıraktığı yelpaze kul­lanınca tekrar küçüldüğünü hissetti. Neredeyse bitme noktasına geliyordu ki, yelpazeyi hızla elinden attı. Bu sefer yine anahtarı masanın üzerinde bırakmıştı. Birden kendisini bir gölün İçinde buldu. Çok tuzluydu. Sonra, kendi gözyaşları olduğunu anladı.

 

Sonra, bir fare gördü. Ona kedisinden bahsedince, fare gücendi ve oradan uzaklaştı. Alice’in dilediği özürler onu geri döndürmeye yetmemişti. Tüm bunlar olup biterken, gözyaşı denizi kartal yav­rusu, kuğu, ördek…ve daha bir sürü hayvanla dolmuş, burası büyük bir hayvanat bahçesine dönüşmüştü. Alice önde, onlar arkada kıyıya doğru yüzdüler.
Kıyıya çıktıklarında, hepsi sırılsıklamdı. Aralarında nasıl ku­ruyacaklarını konuşmaya başladılar. Fare Dodo, “ben sizleri kuru­turum” diyerek başladı, İngiliz krallığını, Normanları vb. anlat­maya. Ancak, kimse kurumamıştı. Bu sefer “Caucus yarışı yapaca­ğız” deyip, bir daire çizdi ve yarışı başlattı. Yarım saat, bütün hayvanlar bir o tarafa, bir bu tarafa koşuşturup durdular. Sonra da onlara Alice’in ödül vermesini istedi. Alice elini cebine attığın­da bir kutu şeker buldu ve hepsine tek tek dağıttı. Bu arada, fare yine, kediler üzerine yaptığı konuşma üzerine, Alice’e küstü ve ayrıldı.
Bu arada tavşan yine geldi. Yelpazesini ve eldivenini arıyordu. Alice görünce, “Maria Ann, koş benim yelpazemle eldive-nimi getir” diye emretti. Alice, koşa koşa tavşanın odasına gitti. Yelpaze ve eldiveni aldı. Orada gördüğü bir şişedeki şurubu içti. Bu sefer büyümeye başladı. Büyüdü, büyüdü. Odaya sığmaz oldu. Kolunu pencereden dışarı çıkarınca büyümesi durdu. An-cak, yerinden kımıldayamıyordu. Tavşan kapıya geldi ve seslendi. Kapıdan giremeyince, pencereden girmeye çalıştı. Alice eliyle yakamak isteyince, aşağı düştü. Bir kere daha denedi, yine aşağı­ya düştü. Tavşan, adamlarını çağırdı. Bil merdiven dayayıp, çık­maya çalışınca o da yediği tekme ile devrildi. Bu sefer Alice çakıl taşlan atmaya başladılar. Ancak, taşlar yere pasta olarak düşü­yordu. Alice yemeye başladı. Yedikçe ufalıyordu. Kapıdan çıka­cak duruma gelince, hızla odadan çıktı ve koşarak ormana girdi.
Ormanda, gördüğü bir köpekten çok korktu. Sonra, bir yap­rağın üzerine kurulmuş nargile içen tırtılı gördü. Onunla bir müdret konuştuktan sonra, yerdeki mantardan ısırdı. Isırdıkça, vücudunun bir kısmı dengesiz bir şekilde büyüyordu. Bu defa da bir güvercin, “yılan” diyerek Alice’e laf attı. Alice “ben yılan deği­lim ” dediyse de güvercini inandıramadı.

 

Başka bir çeşit mantar da yedikçe küçültüyordu. Biraz yedi ve ilk günkü haline döndü. Ancak, inanamıyordu. Ormanda yü­rüme üne devam etti. Önüne çıkan küçük eve girmek için, küçül­ten mantardan biraz yedi. Evin kapısında kurbağa uşak duruyor­du. Ona, evin içine nasıl girebileceğini sordu. Uşak, hık mık edin­ce, kapıyı iteleyip içeri girdi. Kimse Alice hoş geldin dememişti. Alice, dayanamayıp ev sahibi düşese sordu: “Affedersiniz efendim, kediniz niçin böyle sırıtıyor?”
Düşes, “Bunda bilmeyecek ne var? O bir Cheshîre kedisidir. Bü­tün Cheshire kedileri de sırıtır” diye cevap verdi. Sonra da, düşes kucağındaki bebeği Alice’e fırlatıp, “Ben kriket oynamaya gidiyo­rum” dedi. Alice bebeği kucağına aldı. Sürekli hırıldayan acaip bir bebekti. Dışarı çıkardı. Dışarıda bebek, bir domuza benziyordu. Yere bırakınca, koştu gitti. Alice, kafasını kaldırınca, Cheshire kedisinin kendisine baktığını gördü. Her zamanki gibi sırıtıyordu. Kediye, “Lütfen bana ne yöne doğru gideceğimi söyler misiniz?” diye sordu. Kedi, “Ne tarafa gidersen git, elbet bir yere varırsın” diye ce­vap verdi. Alice, Mart Tavşanı’nın evine doğru yürüdü. Ev, tıpkı bir tavşana benziyordu. Büyüten mantardan biraz yedi. Evin ö-nündeki ağacın altındaki masanın başına toplanmış çay içiyorlar­dı. Alice’i görünce, “yer yok,yer yok” diye bağrıştılar. Sonra da, masada bulunan tavşan, şapkacı ve fare ile Alice arasında kimile­rine saçma gelecek bir konuşma başladı. Alice karşı oldukça kaba davrandıkları için yanlarından ayrıldı. Ormanda yürürken yine bir ağaç kapı gördü. İçeri girince, kendisini o uzun salonda, cam masanın yanında buldu. Bu sefer tecrübeli olduğu için önce altın anahtarı alıp, bahçeye açılan kapıyı açtı. Sonra cebindeki mantarı kemirip, kapıdan geçebilecek kadar küçüldü. Sonunda bahçedey­di.
Biraz ilerleyince bu sefer de bir kriket sahası İle karşılaştı. Burada bütün kahramanlar oyun kâğıtlarından oluşuyorlardı. Alice burada büyük bir kalabalıkla geçen kraliçeyi gördü. Herkes eğildiği halde, Alice’nin eğilmemesi dikkat çektiği için, kraliçe tam karşısında durdu ve kim olduğunu sordu. Alice kendisini tanıttı. Sonra kraliçe, Alice’i kriket oynamaya davet etti.
Tuhaf bir oyundu bu. Ne saha belliydi, ne de oyuncular. Bir­den gökyüzünde kedinin başı beliriverdi. Alice onunla konuştu.
Kral gelip kiminle konuştuğunu sordu. O da kediyi anlattı. Kral, “elimi öpebilir” dedi. Kedi ise, “öpmesem daha İyi olur” diye cevap verdi. Kral kızmıştı. Şu küstah kedinin kafasını vurdurmalıydı. Ancak, kedinin kafası biraz sonra gökyüzünden kaybolmuştu.
Düşes ve Alice birlikte yürüyorlardı. Düşes, “Dünyayı yürü­ten kuvvet sevgidir, sevgi” dedi. Sonra da devam etti: “Sen manaya bak, sesler kendi başlarının çaresine bakarlar.” Kraliçe, Alice ile Dü-şes’in bu samimiyetine bozulmuştu. Gelip, düşesi kovdu. Sonra, Alice’i yeniden kriket sahasına davet etti. Biraz oynadıktan sonra, sıkıldı ve bu sefer de Yalancı Kaplumbağa’nın Hikâyesi’ni anlatmaya başladı. Sonra da”en iyisi kendisi anlatsın” diyerek, ejderle beraberer kaplumbağanın yanına gönderdi.
Kayanın üzerinde duran kaplumbağanın çok acıklı bir görü­nümü vardı. “Bir zamanlar ben de sahici bir kaplumbağa idim” diye­rek hikâyesine başladı. Sonra da, denizin dibinde yaşadığını, oku­la gittiğini, ailesinin durumu iyi olmadığı için, ana dersleri oku­yabildiğini anlattı. Sık sık hıçkırarak ağlıyordu.
Sonra, Ejder’le birlikte Alice için, “İstakoz yarışması” oyunu oynadılar. Şarkılar söylediler. Sonra da Alice’den başından geçen­leri anlatmasını istediler. O da yaşadığı her şeyi anlattı. Kaplum­bağa yine, çorba ile ilgili güzel bir şiir söyledi.
Keyifli halleri “Mahkeme başlıyor!” sesini duyunca sona erdi ve telâşla hep birlikte mahkemenin olduğu yere doğru yürüdüler. Kral, kraliçe ve mahkeme heyeti oturuyordu. Suçlu ise elleri ke­lepçeli Yürek Oğlan idi. Beyaz Tavşan, salondakileri sessiz olmala­rı için ikaz ediyordu. Yine, Beyaz Tavşan’ın okuduğuna göre, Yürek Oğlan’ın suçu Yürek Kralİçesi’nin pişirmİş olduğu nefis çö­rekleri yeyip, bitirmekti. Dinlenen şahitler, tartışmalar tam bir curcunaydı. Bu arada Alîce yeniden büyüdüğünü hissetti. Oraya sığıncaya kadar oturmaya karar verdi.’ Beyaz Tavşan, üçüncü şahit olarak Alice’in ismini okudu. Alîce kalkıp yürüyünce jüri üyeleri birbir yere serildiler. Haliyle mahkeme devam edemeye­cekti. Neyse, güçbela jüri yerine yerleştikten sonra, Alice soruldu. Ancak, bir şey bilmediğini söyledi. Sonra, yine tartışmalar oldu. Bu arada Alice’in boyu gerçek haline dönüşmüştü. Bu nedenle artık hiçbirinden çekinmesine gerek yoktu. “Hepiniz oyun kâğıdısı­nız, sizden kim korkar” deyince, bütün iskambil kâğıtları Alice’in üzerine yürüdüler. Alice, korku ve heyacanla çığlık atıp, bütün kağıtları savurmaya çalıştı.
İşte o an baktı ki, başı ablasının dizlerinde, nehir kıyısında yatıyor. Ablası, “Uyansana tatlım. Neredeyse, gezinin tamamını uyu­makla geçirdin” dedi. Alice de ablasına, rüyasında gördüklerini dilinin döndüğünce anlattı. Sonra da kahvaltı yapmaya koştu. Bu sefer de ablası uykuya daldı ve rüyasında Alice’in anlattığı bütün kahramanları gördü. Gözlerini hiç açmadan, hep harikalar ülke­sinde kalmak istiyordu.

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Serbest Ölçü