BENİM KÜÇÜK DOSTLARIM

26 Mart 2008 tarihinde tarafından eklendi.

BENİM KÜÇÜK DOSTLARIM (Anı-Roman)

KONUSU: Yazarından dinleyelim: Çocukları pek severim. Ha­yatla her insanın bir zaafı, bir alışkanlığı vardır. Benim tek büyük zaa­fım da -niçin itiraf etmemeli- çocuk sevgisidir! Ve bu aşk yüzünden ışık çevresinde dönen pervane misali öğretmenlik mesleğine tutulup kalışım bundandır.
Yalnız sevimli, terbiyeli, zeki ve çalışkan olanları değil, -Böylesini herkes sever!- ben sevimsiz, somurtkan, haylaz, hatta aptal çocukları da netlerim. Bana ‘Öğretmenimi’ diyen ses, beni ‘Annemi’ diye çağıran ses kadar sevgili ve kıymetlidir.”
Yazarın kendisinin de anlattığı gibi, kitabın konusu öğrenci­lerdir. Onlar yazarın “Küçük Dostları “dırlar. Bizim niye olmasınlar ki?

Mefharet ve Arkadaşları:

Çocuklar, genç öğretmenleri severler. Yeter ki, gülümseme­sini bilsin..
Memleketin sıkışık, karanlık günleriydi. Bîr yandan okuyor, bir yandan da özel bir lisenin ilk(öğretim) kısmında öğretmenlik yapıyordum.
Çok gençtim, bir öğretmen için fazla genç… Beşi kız, diğerle­ri e’rkek otuz öğrencim vardı. O sınıfa adım attığım gun duydu-ftum heyecanı, korkuyu, baş dönmesini ve o sınıftan her çıkışta hissettiğim tatlı gururu ve sevinci başka hiçbir sınıfın eşiğinde duymuş değilim.
Her öğrencime altı sayfa ayırdığım bir defter yapmıştım. I Tepsinin her türlü özelliğini, derslerini, aile durumunu günü gününe not ediyordum. Bugün, yirmi beş yıl sonra, sararmış yap?y rnkları ile elimde duran bu deften yine o günkü heyecanla elime ‘ alıp, sayfalar arasında dolaşıyorum.
Mefharet, ilk öğrencim, ilk küçük dostumdur. İşte yıllar önce onun için yazdıklarım: “..Aydınlık, kocaman mavi gözleri var. Dudakları kızıl bir gül goncasına benziyor ve dişleri pırıl pırıl yanan iki dizi inciye.
O; sınıfın melikesi. Bütün ötekiler onun emirlerini yerine getirmek için oraya toplanmışlar.
Ben onun tarafından sevildiğim için gurur duyuyordum. Zannedi­yordum ki onun sevgisini kaybedersem, bütün sınıf bir anda benden yüz çevirecek…”

Kıskanç Fatma; on iki yaşında olmasına rağmen tam bir cen­tilmen olan Nurettin; Sedat’la Orhan, büyüğü solgun, sessiz; kü­çüğü al yanaklı, şen iki kardeş…
Bir gün hastalanmıştım. Uzun süre okula gidemedim. Sınıfça ziyaretime gelmişlerdi. Karyolamın üstü bir anda çiçeklerle dolmuş­tu.
Ve bu çocuklar; beni o gün ne derece mutlu etmiş olduklarını asla bilmeden dönüp evlerine gittiler.
Nadide:
Okula başladığımda, hastanedeydi. Hep beraber ziyaretine gitmiştik. Beyaz örtüler arasında solgun bir papatya gibi yatıyor­du.
Bizlere hoş geldiniz dedikten sonra, Mediha ablasının diktiği elbiseyi görünce çok sevindi. Konudan konuya atlayarak konuş­maya başladı. Benim nutkum tutulmuştu; daha fenası boğazıma bir şey tıkanıyor ve gözlerime yaş hücum ediyordu ve bu içli çocuğun yanında ağlamamak için dudaklarımı çiğniyordum.
Coşmuştu, kemanını zorla isteyip aldı. Sonra da hem çalıp, hem söylemeye başladı, güzel ve hazin bir sesi vardı. Çaldığı şarkının bir mısraı içime hançer gibi girip orada kaldı; onu öm­rüm oldukça unutamam!
“Yerlerde, göklerde, her şeyde gurbet! Yerlerde, göklerde, her şeyde gurbet!”

Sonra birkaç defa ziyaretine daha gittim. Dost olduk. Kimse­si yoktu. Bana bütün sırrını anlattı. Bu pek temiz, pek masum, pek çocukça bir gönül hikayesiydi, fakat onun hasta çocuk başının en büyük rüyasıydı. Öğretmen Lisesini bu sene bitirip muallim ola­cak bir çocukla, seneye o da mezun olduktan sonra evlenecekler­di. Kurduğu hayalleri yüzü kızararak anlatıyordu.
Nadide’cik şimdi, Edirne’de bir tepede, yalnız başına sonsuz uykusunu uyuyor.

Zeyno:
Sınıfta iki Zeynep vardı. Biri “San Zeynep” diğeri de “Arap Zeynep.” Biz “Arap Zeynep” i anlatacağız.
“Arap” diye seslendiklerinde, sinirlenmez, doğru derdi; ama içten içe de üzülürdü. Ben ise ona “Zeyno” diyordum. Bir süre sonra, herkes de benden görerek ona “Zeyno” diye hitap etmeye başladı.
Ne o kimseyi seviyordu, ne de kimse onu… Ben durmadan onun kalbinin kapısını arıyor; fakat bulamıyordum.
Bir İlkbahar gecesi, okulda nöbetçi idim. Kızlar gece etüdün­de sessiz sedasız çalışıyorlardı. Birdenbire kulağıma Zeyno’nun sesi geldi.”Hocanim! Hocanım!” diye inliyordu sanki. Koşa koşa yanma vardım. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Daha önce de geçirdiği baygınlıklar sebebiyle onu revire yatırdık. Geçirdiği baygınlıklar­dan babasını sayıklayarak uyanırdı. Ama bu sefer, “Ablam benim! Ablam!” diye feryat edip ellerime sarıldı.
O geceden sonra, Zeyno ile dost olduk. Hayat hikâyesini o zaman tam anlamıyla öğrenebil mistim. Suriye’den kaçıp, Türki­ye’ye gelmişler. Babası, nenesi, küçük erkek kardeşi ne olmuşlar­dı, bilmiyordu. Babasına karşı, müthiş bir kini vardı. Yıllardır kendilerini arayıp bulamamış olmasını bir türlü hazmedemiyordu. “Ya ölmüşse?” dedim.
Bu ihtimal, onda bir umut, bir teselli oldu. Dünyada en çok sevdiği ve tek dayanabileceği insanın ölmüş olmasını, onun tara­fından ihmal edilmiş olmaya tercih ediyordu.

Selim:
Yoksul çocuk ne demektir? Taşrada ve gündüzlü okulda öğ­retmenlik etmemiş olan bir meslektaşım bunu asla bilemez.
“K…” Ortaokulu’nun birinci sınıf B Şubesi’nden içeriye adım attığım gün, sınıfta yaşları on iki ile yirmi arasında, kılıkları şim­diye kadar görmeye alışık olmadığım şekilde, elli erkek çocuk vardı. Mevsim kıştı. Üzerlerinde yırtık elbiseler, yırtık papuçlar içinde çorapsız ayaklar, morarmış ve çatlamış haldeydiler. On yıllık öğretmendim. Böyle bir şeyi ilk defa görüyordum. Yutkuna yutkuna konuşarak, ilk dersi geçirmeye çalıştım. En ön sırada, sıranda parça parça yazlık bir gömlekle büzülmüş oturan çelim­siz, renksiz bir küçüğün kemikten omuzcağızma elimi koyup, adını sordum.
“Selim” dedi. On üç yaşındaymış. Babası tenekecilik yapı­yormuş.
Peki bu çocuğun hali niye böyleydi? Öğrendim ki, tenekeci­lik işi Musevi vatandaşların elinde olduğundan, babası rekabet edemiyor, gece gündüz çalıştığı halde, çocuğunun sırtına doğru dürüst bir elbise alamıyormuş.
Halbuki Selim, her öğretmenin kendisinden memnun olduğu bir öğrenci idi.
Selim’i bir gün bayram günü yeni elbiseler içinde gördüm.
Ancak, yüzünde hüzünlü bir gölge vardı. Bu gölgeyi uzun seneler -ta küçük Selim’i mutlu, rahat ve hayata karşı tepeden tırnağa silahlı büyük bir adam olarak karşımda gördüğüm güne kadar- içimden söküp atamadım.
İrfan:
Bütün öğretmenlerin, adam olmayacağı konusunda hem fikir olduğu çocuk… Sağlığı mükemmel; ama matematikçinin dediği gibi”‘anormal” çocuk…
Koca sınıfta bir tek o ödev getirmezdi. Hep suratsız, tembel ve dalgın çocuktu. Babası memur olan İrfan’ın ailesi, o günlerde rahatlıkla geçinebilecek gelir düzeyine sahipti. Buna rağmen, bir gün okulda nöbetçiyken öğlen yemeği saatlerinde, İrfan’ı bir köşeye saklanmış, yavan ekmek yerken gördüm. O ise beni görme­mişti. Hemen oradan kaçtım.
Günlerce, beynimde hali vakti yerinde bir çocuk olarak bil­diğim İrfan’ın yavan ekmek yiyişi vardı.
Araştırmak için oturduğu mahalleye gidip, her türlü bilgiyi öğrendim. İrfan’ın annesi üç yıl önce ölmüş, dört çocuk ve besle­me bir kız geride kalmış. Babası, birkaç ay sonra “Çocuklara iyi bakıyor” diye besleme kızı nikahlamış. Kız da başlamış çocuklara zulmetmeye. İrfan’ı. da her gün bir dilim yavan ekmekle okula gönderiyormuş.
Hepimiz, İrfan için, aslını astarını bilmeden, ne kadar kötü sıfat varsa kullanıyorduk.
Bir gün yine ödevini getirmemişti. Konu “Annenizi mi, babanızımı, daha çok seversiniz?” idi. Çocuk bu ödevin nesini yaz-sındı ki?
Elimi omzuna koyup, “Ziyam yok çocuğum, sen bu konuyu yazma, “dedim.
Onun daima düşman bakışlı, bir hançer gibi insanın içine ba­tan kaskatı gözlerinde bir an bir şey oldu, bir tutuşma… Kimbilir nedendi? Ve İrfan geniş omuzlanyla sıraya kapanarak içini çeke çeke ağlamaya başladı.
O günden sonra İrfanla iki iyi dost olduk. Derslerini de dü­zeltti.

Osman:
On altı, on yedi yaşlarında iri bir köy çocuğuydu. Kulakları ağır işitir, her şeye karşı ilgisiz, aynı zamanda da hiçbir şeyden haberi olmayan görgüsüz bir çocuktu. Benden önceki, Türkçe öğretmeninde notu l(bir)di. Benden de hiç fazlasını alamadı. An­cak, insanı her zaman ümitlendiren hayran hayran bir ders dinle­yişi vardı. Bir gün, onun da benim gibi şiir okuyabileceğini söyle­diğimde şaşırmış ve böyle bir şeyin mümkün olmadığını söyle­mişti. Bense onun derse olan ilgisine güvenerek onu cesaretlendirmiş ve bir gün onun da benim gibi şiir okuyabileceğine onu ikna ederek, çalışmaya teşvik etmiştim.
Bir gün okula gelmedi. “Hasta” dediler. Ziyaretine gittim. Meğer, üç çocuk tuttukları bir göz odada kalıyorlarmış. Her taraf yoksulluk, her taraf perişanlık… “Geçmiş olsun” dedikten sonra, “Hani seninle anlaşmamız böyle miydi, benim gibi okuyacaktın ya?” deyince, “Ne fayda, senin gibi okuyabilmirem.” dedi. Sonra anlatma­ya başladı. Küçükken okuması çok iyi imiş. Öğretmeninin zorla­ması ile ağabeyi onu ortaokula göndermiş. Eski günleri anlattıkça gözleri parlıyordu.
Ama ben onun hâlâ başarılı olacağına İnandığımı, sadece çok çalışmasını gerektiğini söyledim. O günden sonra Osman’ın ders­leri düzeldi. İnanır mısınız, sınıfı bile geçti.

Bir Yanlışlık:

Bir gün tahtaya bir dörtlük yazmış; herkesten onu güzelce kendi defterlerine yazıp, daha sonra da açıklamasını istemiştim. Birden, tavanda bir ayna ışıltısı gördüm. Kimin yaptığını sordum, cevap veren yok. Üsteledim, süre tanıdım, yine kimse söylemedi. Canım çok sıkılmıştı. Bu kadar sevdiğim çocuklar, bana karşı neden bu yanlışı yapıyorlardı ki? Neden bana yalan söylemekte inat ediyorlardı? Sınıftan 10 kişiyi ayağa kaldırarak eğer yapan ortaya çıkmazsa onları disipline vereceğimi söyleye­rek gözdağı verdim. Ama nafile… Sınıfta gene çit yok.
Ertesi gün, iki erkek Öğrenci yanıma geldiler. Suçluyu bul­muşlar: İzmirli Zekâİ. “Çağırın.” dedim. Geldi, ağlayarak, “Her cezaya razıyım öğretmenim.” diyordu. Sıkıştırınca, kendisinin suçu olmadığını, okul çıkışında diğer arkadaşları üsteleyince suçu üzerine aldığını öğrendim. Sakinleştirip gönderdikten sonra, ne yapacağımı düşündüm.
Ertesi gün sınıfa asık suratla, ciddi bir şekilde girip oturdum. Biraz sonra, aynı ayna yansımasını yine gördüm. Tavandan geli­yordu. Gene sinirlenmiştim; ama dikkatli bakınca, seyyar satıcının güneşten parlayan metal tepsisinin yansıması olduğunu anladım. Çok rahatlamıştım.

Doğu’nun Altın Gençliği:

O zaman pek genç değildim. Yaşım otuz beşe yaklaşmıştı. Ama gittiğim okulda neredeyse yaşıma yakın öğrenciler bile var­dı. Diğer meslektaşlarımın onlar hakkında anlattığı ürkütücü şeylerle çekine çekine girdiğim sınıfta, biraz oturunca söylenenle­rin ne kadar yanlış olduğunu anladım. Aradan aylar, yıllar geçti, hiçbirinden en ufak bir saygısızlık görmedim.
Onlara acı sözler söylediğim de olmuştur. Fakat her defasın­da haklıydım ve onlar bunu derhal anlayacak kadar zekiydiler.
Zaten beni bu doğu gençliğine hayran eden sebeplerden biri de bu üstün zekâları ve itaatleridir.
O asi, o serkeş görünüşleri arkasında, ne tatlı bir itaatleri vardır: Bazen aslan kadar cesur ve mağrur, bazen kaplan kadar vahşi ve zalim görünen bu çocuklar, yerine göre, bir kuzu gibi sakin, itaatli olurlar.
Onlarla konuşmayı bilmek; onların kalplerini, güvenlerini kazanmış olmak yeterlidir. Size inanmışlarsa, sizin uğrunuza göz kırpmadan can verebilirler!
Bana “Anamızsm!” derlerdi, “Anamızsınl” Başka hangi iltifat, hangi yüksek vaat beni bu tek kelimede gizlenen mana hazinesi kadar mutlu edebilirdi? Selam sana Kars’ın altın gençliği!

Beni Çileden Çıkaran:

Bir kız okulunun edebiyat öğretmem ve müdür yardımcısı idim. Müdürümüz, hepimizi gerçek bir baba gibi bizi sever, ko­rurdu.
Öğrencilerimin yaşı on dört ile yirmi arası idi. Ancak, arada yaşı bana yaklaşanlar da vardı.
Neriman, başka bir vilayetten naklen bizim okula gelmişti. On altı yaşında, biraz tombul; fakat tatlı, sevimli, yumuşak bir kumral güzeliydi. Annesini bebekken kaybetmiş, babasının kor­kunç baskısı altında büyümüş, öğretmen okuluna konu komşu­nun zorlaması ile gelmişti. Ben de saf saf bunlara inanıyor, Neri­man’la birlikte üzülüyordum.

Rahmetli müdürüm “Müdürantm, ben bu kızın gözlerini hiç beğenmiyorum.”demişti de ne kadar içerlemiştim.
Çok geçmedi, nakil olduğu okuldan Neriman kadar şişman bir zarf geldi. İçinden Neriman’ın el yazısı ile mektuplar vardı. Askeri bir okulun komutanı, bizim müdüre, “Bu kız burada iken okulumuzu birbirine katıyordu. Şimdi ta oralardan yine mektupla yeti­şiyor, çocuklarımızın huzurunu kaçırıyor, buna mani olun!” manasına bir şeyler yazıyordu.
Yanaklarım tokat yemiş gibi kızarmıştı. Müdürüm de üzül­müştü.
Biraz sakinleştikten sonra, Neriman’ı odama çağırttım. Sordu­ğum sorulara yüzünde en ufak bir değişiklik olmadan cevaplar veriyordu. Ta ki mektupları çekmecemden çıkarıp önüne atana kadar, her şeyi inkâr etti. Sonra da ayaklanma kapanıp, ağlamaya başladı.
Onu hatırladıkça içimde daima Öfkeyle karışık bir sızı duy­dum.
Akıllı uslu bir öğretmen, iyi bir ev kadını, mutlu bir ana ol­duğunu duysam ne kadar sevineceğim.

Muazzez:

O, siyah bir göğüslük içinde bu tahta sıralara dimdik oturup lüzumlu lüzumsuz birçok şey bellemek İçin yaratılmış bir “toprak Çocuğu”ndan çok, yarı ışıktan, yarı köpükten meydana gelmiş bir “su perisi”ne benzerdi.
Öğretmen Okulunu seçmek istediğini duyduğumda onu u-yarmak istemiş, bunun ona gör bir iş olmadığını anlatma konu­sunda tereddüt etmiştim. O, kıymetli takılar içinde, kibar bir ev hanımı olmaya yaraşırdı. Öğretmenliğin bu zorlu kısmına katla­nabilecek yapıda bir kız olmadığı her halinden belliydi. Yıllar sonra, tam da tahmin ettiğim gibi mücevherler içinde ve kendine benzeyen birkaç çocuğun ortasında, rahat ve nazlı yaşıyordu. Üstelik kendini seven, anlayan kültürlü bir eşi vardı.

“Küçük dostlarım” arasında bir de düşmandan söz edeceğim. O küçükken dostumdu; fakat büyüdükten sonra benim için bir utanç ve acı kaynağı oldu.
Onu Trakya’da küçük bir vilayetin ortaokulunda tanımıştım. Büyük kara gözlü; esmer, olgun, zayıf ürkek bir çocuktu. Bir gün, hasta olduğu halde okula geldiğini gördüm. Zorla, okulun dokto­runa gönderdim, tahmin ettiğim gibi kızamık imiş. Hemen eve gönderip, yatmasını söyledim.
Ertesi gün, dersim yoktu. Evde, camın önünde otururken, bunun elinde tenekelerle sokaktan geçtiğini gördüm. Meğer yen­gesi çarşıya göndermiş, öyle söyledi. Canım sıkılmıştı. Gidip yen­gesi ile, hasta çocuğu niçin çarşıya gönderdiğini konuşmaya karar verdim. Ve bunu yaptım.
Kadıncağız beni alaylı bir sessizlikle dinledi. Aradan uzun yıllar geçti. Uzak bir güney vilayetinde, asker­liğini yedek subay olarak yaparken, onunla tekrar karşılaştım.
“Eski bir suç için, evvela sizden af dilemek istiyorum hocam.” de­di. Ben bocalarken, “Sizi aldattım.” dedi. “Matematik hariç bütün derslerim iyi idi. O gün de matematikten sınav olacaktım. Bir böceğe tenimi ısırtarak, kızamık olmuş gibi yapıp, sizi kullandım, böylece de matematik sınavını atlatmış oldum, lütfen beni affedin”
Affetmiştim. Unutulan hataların bir gün tekrar su yüzüne çı­kabileceği aklıma gelmiyordu. Onun dürüstlüğü inanmıştım.
Sonra bana bir haber gönderip, filan kızı almak için yardımcı olmamı istedi. Aracı oldum. Bir kaynana gibi kızı istedim. Ordue-vi’nde güzel bir düğünleri de oldu. Düğünde, geline karşı kötü davranışları gözümden kaçmadı ve bu beni tedirgin etti. Aylar sonra, karısı bana sığındı. Meğer hırsızmış. Ona çok kötü davra-nıyormuş. Karısı hamile iken, onu cezaevine götürdüler. O gün­den beri içimde bir şeyler koptu…kırıldı… O insanlara karşı duy­duğum mahcubiyeti de uzun süre üzerimden atamadım.

Fahrünissa:

‘in önde oturmasına rağmen, hiç derse kalkmak istemezdi. Gayjt ilgisiz görünüyordu. Bir gün, kalkıp gördüğümüz dersi anlatmasını istedim. Hiç hatasız istediğim konuyu anlattı.
Üç yıl öğrencim oldu. Bir gün dahi isteyerek derse kalktığını görmedim. Fakat ne zaman derse kaldırdıysam, en güzel anlatan da o oldu.
Dostluğumuz ilerledikçe, bana yazdığı şiirleri göstermeye başladı.
Yıllar sonra Anadolu’nun ücra bir köşesinde iken, şiir kitabı elime ulaşınca çok sevindim. İyi bir edebiyatçı olduğu için, yeni eserlerini de bekliyorum.

Kızıl Saçlar:

Orta birinci sınıfta elime gelmiş, küçücük bir “kadın”dı. Daha ilk günlerinde temiz ve özenli giyinişi dikkatimi çekmişti. “Zengin ve görgülü bir ailenin çocuğu olmalı.” demiştim.
Fakat üzerinde garip bir dalgınlık, gözlerinde gizli bir keder vardı.
Sonradan öğrendim. Daha küçük yaşlarda öksüz kalmıştı. Babası şu an evde nikâhsız bir kadın ile yaşıyor, çocuk ona anne demeye mecbur tutuluyordu.
Dersine karşı büyük İlgisi ve yeteneği vardı. Çok güzel şiir okurdu. Hele Faruk Nafiz Çamhbel’in “Kızıl Saçlar” şiirini arka­daşları her zaman okumasını söyler, okumadıkça yakasını bırakmazlardı.

Aradan uzun yıllar geçti. Leyla’yı karşımda bir meslektaş o-larak gördüğüm vakit, kederli halinden eser yoktu. Yüksek öğre­nimini başarı ile bitirmiş, sevdiği dersin öğretmeni olmuştu. Daha da mühimi, Leylacık âşıktı; seviyor, seviliyordu.
Düğün, günü beyaz gelinliği içinde bütün kalabalık “Kızıl saçlar!”, “Kızıl saçlar!” diye tempo tuttu ve o güzel sesiyle bir kere daha şiiri okudu.

Forget Me Not:

Kocaman bir kız okulunda öğretmenlik yaparken, bir sonba­har günü hastalanmıştım. Sekizinci sınıflara dersim vardı. Masa­mın üstünde bir demet “Unutma beni” çiçekleri konulmuştu.
Ertesi gün dersim yoktu. Daha sonraki gün, ilk dersim doku­zuncu sınıfa idi. Sınıfa girince masamın üstünde aynı bir demet o güzel çiçekleri yine gördüm. Çiçekleri kimin koyduğunu sordum, “Bilmiyoruz.” dediler.
Aylarca, her derse girdiğimde ben o bir demet çiçeği masa­mın üzerinde buldum. Merakım had safhaya çıkmış, bir türlü çiçekleri kimin koyduğunu öğrenememiştim. Kimdi acaba?
Bir gün sınıfta, artık bu çiçeklerden sıkıldığımı söyleyince, kendisini bakışları ile ele verdi. Bu, ömrümde bu derece kendi içine gömülü, kendi içine saklanmış gördüğüm çocuklardan birisi olan, Fazilet idi. Ona şimdi ancak bir kıt’asını hatırlayabildiğim bir manzumeyle teşekkür etmiştim:
“Demeti ellerimde; kalbimde kendi yeri. Derim: ‘Bu ince buluş, onun bir şaheseri!’ Dilsiz dururlar ama kızımın çiçekleri, Mavi bakışlarıyla derler ki: ‘Forget me not!’ ”

Güneşin Öz Çocukları:

Güneyliler yaradılıştan şair, müzisyen ve centilmendirler. Herhangi bir olay, onların dudaklarında derhal mani veya ezgi olur.
Mesela, bir yıl önce dikilmiş çam ağaçları kurumuştur. He­men mani hazırdır:
“Çam ağaçları çatal Altında reis yatar Bir meclise girende Çiğinfomuz) oynatır göbek atar.”
Veba salgını Suriye’de çok can aldığı için, burada da aşısı yapılıyordu. Aşı yapılan biri nedense ölmüştü. Ona da:
“Dağ adamı!
Doktor var dağ adamı!
Yengi(yeni) bir inne çıkmış Öldiriyİ sağ adamı”
diye mani yapmışlardı.
Okuttuğum yüzlerce çocuk arasından bir tane dahi “aptal” göremedim diyebilirim. Bana karşı saygısızlıkları söz konusu bile değildi. Tek kusurları sizi çabuk unuturlar. Aradan zaman geçin­ce, sanki hiç tanışmamış gibisinizdir. Ama ne yapalım, meşhur bir atasözü vardır:
“Kusursuz güzel olmaz!” derler. Onların da kusuru bundan ibaret kalsın!

Kasketli Başlar:

Evet, okul kasketleri altında gezen genç başlar!
Onlar benim içimde, benim canımdadırlar!
Yaşamak için onların selâmlarına ihtiyacım vardır. Bunu na­sıl anladığımı anlatayım: Nakil yaptırarak Rumeli’nin Kırklareli şehrine gelmiştim. Fakat çok hasta idim. Bir türlü derse başlayamamıştım. Evimizin penceresinden her gün özlemle çocukları izliyordum. Bir gün kendimi iyi hissedince dışarı çıktım, öğrenci­ler de okuldan çıkmış, kalabalıklar halinde evlerine gidiyorlardı. Selam vermelerini bekledim, hiçbiri ama hiçbiri bana selam ver­medi.
Kendimi hakaret görmüş, terk edilmiş, kimsesiz, yalnız bir insan gibi hissediyor, iliklerime kadar üşüyordum.
Artık çalışmadan duramazdım. Kimseyi dinlemedim, gün­lerce süren yolculuktan sonra görev yerime vardım. Mevsim kıştı ve çok soğuktu. Korkunç geceye rağmen, kasabaya kilometrelerce uzakta bulunan istasyonda beni bekleyen “kasketli başlar” vardı. Ne saadet! Gözlerim yaşararak Tanrı’ya şükrettim.
Şimdi çocuklar, çocuklarım beni iyi dinleyin: Yaşınız ister yedi, ister on yedi, ister yirmi yedi olsun, başınızda eğer okul kasketi taşıyorsanız, yolda size gözleri şefkat ve hasret yaşlarıyla dolu olarak bakan ihtiyarları hemen selamlayınız. Ve eğer rastla­dığınız bir tabutun içinde bir öğretmen varsa, onun birkaç adım olsun, arkasından gitmekten çekinmeyin!

Bu suretle bir borç ödemiş, bir iyilik etmiş ve Tanrınıza bir adım yaklaşmış olursunuz.

Son Burak’tan:

“Coşkun suların bittiği yerde Sıralanmış yüce dağlar görünür.”

“Ey iki aşina kalp arasında, Sıra dağlar gibi duran seneler!..
Ben şimdi “Son Durak”m son noktasından bütün öğrencile­rimi sonsuz sevgilerimle selâmlıyorum: Selâm ve sevgi ve hayır dualar sizlere, yürekler dolusu çocuklarım…

Allahaısmarladık!..

23 Ağustos 1976

Etiketler:

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Yorum Yaz

Şu Sayfamız Çok Beğenildi
Hece Ölçüsü